31 Aralık 2011 Cumartesi
YILBAŞI TEBRİĞİ 2012
29 Aralık 2011 Perşembe
HIZIR ORUCU VE CEM İ ETKİNLİK
HIZIR ORUCU VE CEM İBADETİMİZ İÇİN
MUSTAFA KEMAL PİR SULTAN CEM EVİNDEKİ ETKİNLİĞİMİZ İÇİN SİZ CANLARI ARAMIZDA GÖRMEK İSTİYORUZ.
MUSTAFA KEMAL PİR SULTAN CEM EVİNDEKİ ETKİNLİĞİMİZ İÇİN SİZ CANLARI ARAMIZDA GÖRMEK İSTİYORUZ.
Hızır Orucu
Hızır Orucu
Anadoluda oluşan Hızır kültürünün kaynağı Hızır (Hıdır) Peygambere dayanır. Hızır Arapça Al-Hazır, Al-Hızır (Yeşillik) anlamında bir sıfat olmakla beraber; bir Peygamber, Nebi, Veli yada bir ulu kişi olarak anılır. Genellikle ismi İLYAS peygamberle beraber söylenir. Buda Hızır-İlyas zamanla “Hızır-Ellez” veya “Hıdrellez” şeklinde yerleşmiştir.
Hızır inanışının önce Mezopotamya da ortaya çıktığı, buradan Yahudi geleneklerine ve inancına girdiği, oradan da gerek Hıristiyan gerekse Müslüman inancına geçerek önemli oranda yayıldığı görülmektedir.
Hızır’ın temel özelliği, Abı Hayat’ı (Bengi su) içerek ölmezlik mertebesine ulaşmasında yatar. İnsanoğlunun ölüm karşısındaki çaresizliğinin ve arayışının bir sembolü olan Hızır, orta doğu mitolojisinin temel unsurlarından biridir. İnanç alanında oluşturduğu bu olgu halk arasında çok canlı ve güçlü tutulmakta. Kendisine tanrı tarafından batın bilgisi (Ledün ilmi, Hakikat ilmi, gerçek ilim) verilerek Hz. Musa’yı eğitmekle görevlendirilmiş, Tasavvuf ehli tarafından “gerçek bilgiye” sahip olmuş “Yetkin insanın (insan-ı kamilin) simgesi sayılmıştır. Halk arasında ise dar zamanlarda imdada yetiştiğine inanılan bir peygamber, eren olarak kabul edilmiştir.
Söylenceye göre: Hızır Aleyhisselam, İlyas Aleyhisselam ve İskender-i Zülkarneyn birlikte Abı Hayat-ı aramaya çıkmışlar. Bir süre sonra karanlıklar ülkesine dalmışlar. Hızır ve İlyas ölmezlik suyunun kaynağını bulup içmişler fakat İskender’e söylememişler.
İslam Sufi’leri içerisinde Hızır genellikle “Veli” sayılmıştır. Hızır Mutasavvuflar arasında “Mürşit” pozisyonundadır. Yani insanları aydınlatan biri sayılır. Hızır’ın içtiği Abı Hayat ise tasavvufta “bilgi, irfan, feyiz, neşe, aşk, vuslat, söz ve şiir” anlamına gelecek biçimde kullanılmıştır.
Halk arasında inanışa göre ise; Hızır her konuda her şeyi bilen birisidir ve yeryüzünde tanrının bir nevi vekilidir. Hızır ve İlyas sağdır. Yaşamaktadır. Hızır karada, İlyas denizde yardıma muhtaç olanlara, zor durumda kalmış olanlara yardım ederler. İmdat isteyenlerin imdadına yetişirler. Hızır ve İlyas yılda bir kez (6 Mayıs hıdrellez gününün gecesi) bir gül ağacının dibinde buluşurlar.
Hızır ve İlyas inancı Alevi düşüncesine ve inancına en yoğun biçimde girmiştir. Öyle ki Hızır’ın adına atfedilen “Hızır Orucu” tutulur ve dördüncü gün bayramlaşılır. Hızır orucunun son gününde özellikle cem ayinleri yapılır. O gece bir bezin veya tepsinin üzerine un konulur ve Hızır’ın gelip bu una dokunarak bir işaret bırakması beklenir. Çünkü Hızır’ın uğradığı eve bereket, sağlık ve düzen gelir. Böyle inanılır. Eğer sabah kalkıldığında un üzerinde bir iz veya işaret görülürse o undan kömbe yapılır (Halk arasında buna niyaz yada lokma denir.) ve çevreye dağıtılır. Kömbeyi istisnasız her ve yapar ve dağıtır. Buna “Hızır Lokması” denilir. Hızır’ın un üzerine iz ve işaret bırakarak onurlandırdığı ev sahipleri gücü yetiyorsa mutlaka kurban keser ve çevreye dağıtırlar.
İnanışa göre Nuh peygamberin gemisi fırtınaya tutulmuş, halk feryat edip “Yetiş ya Hızır; bizi kurtar!” diyerek dua etmişler. Duaları Allah tarafından kabul olunarak, fırtına dinmiş. İşte o zaman yüce Allah’a ‘üç gün oruç’ adamışlar. Bu oruç o günden bu güne kadar aynı inançla tutulmaktadır.
Hızır orucu, eski takvim (rumi) aylar hesabına göre 31 Ocak ile 2 Şubat arasında (3 gün) tutulurdu. Ancak, bu ayları şimdi kullandığımız miladi takvime çevirirsek, 13-14-15 Şubat günlerine gelmektedir. Oruç bu günlerde tutulur
Sabah-ul Xeyrî Xane Min (Melaye CİZÎRÎ)-Reşîd Sofî.
Sebahu-l xeyri xanê min
Sebahu l-xeyri xanê min
Şehê şêrîn zebanê min
Tu yî rûh û rewanê min
Bibit qurban te canê min
Te'ale l-lah çi zat î tu
Çi wê şêrînsifat î tu
Ne wek qend û nebat î tu
Yeqîn rûh û heyat î tu
Heyat û raheta can im »
Sebahu l-xeyri ya xanim«
Were bînahiya çehvan
Bibînim bejn û balayê
Sebahu l-xeyri mesta min
Letîfa cam bi desta min
Xumar û meyperesta min
Tu yî meqsûd û qesta min
Ji meqsûdan tu yî bes min
Bibin ber çerxê etles min
,Ji xeyrê te nevêt kes min
Bi reştûzên muqewwes min
Di benda zulfê çewgan im »
Sebahu l-xeyri ya xanim«
Were bînahiya çehvan
Bibînim bejn û balayê
22 Aralık 2011 Perşembe
maraş katliamı 1
KAHROLSUN FAŞİZM
KAHROLSUN FAŞİZM İN TAŞERONLARI
KAHROLSUN İNSANLIK ONURU TAŞIMAYAN KATİLLER
KAHROLSUN FAŞİZM İN TAŞERONLARI
KAHROLSUN İNSANLIK ONURU TAŞIMAYAN KATİLLER
maraş katliamı 4
FAŞİZM İN TAŞERONLARI İŞBİRLİKÇİLERİNİN KANLI OYUNU
21 Aralık 2011 Çarşamba
Kronoloji..alevi
Kronoloji
570 Hz. Muhammed'in doğumu (20 Nisan 571)
609 Hz. Fatıma'nın doğumu (18 Ocak)
621 Mirac olayı
622 Hicret
622 Hz. Muhammed'in Hz. Ali ile Musahib olması
623 Hz. Ali'nin Hz. Fatıma ile evlenmesi
624 İmam Hasan'ın doğumu (11 Nisan)
625 İmam Hüseyin'in doğumu (25 Şubat)
632 Peygamber veda konuşmasında yerine Hz. Ali'yi atadı (23 Şubat)
632 Peygamberimiz Hz. Muhammed'in vefatı (8 Haziran)
656 Cemel Savaşı (4 Aralık)
656 Sıffeyn Savaşı ve Hakem Olayı :657 Sıffin Savaşı (26 Temmuz)
656 Hz. Ali'nin Halife olması
661 Hz. Ali'nin şehadeti (24 Ocak)
670 İmam Hasan'ın şehadeti (25 Mart)
676 İmam Muhammed Bakır'ın doğumu (16 Aralık)
680 Kerbela Olayı - Hz. Hüseyin'in şehadeti (10 Ekim)
699 İmam Cafer-i Sadık'ın doğumu
713 İmam Zeynel Abidin'in şehadeti
733 İmam Muhammed Bakır'ın şehadeti (28 Ocak)
745 İmam Musa Kazım'ın doğumu
746 Eba Müslim'in Horasan'a gitmesi
747 Horasan da Eba Müslim'in ayaklanması
765 İmam Ali Rıza'nın doğumu (29 Aralık)
766 İmam Cafer-i Sadık'ın şehadeti
799 İmam Musa Kazım'ın şehadeti
811 İmam Muhammed Taki'nin doğumu (11 Nisan)
818 İmam Ali Rıza'nın Şehadeti
827 İmam Ali Naki'nin doğumu
835 İmam Muhammed Taki'nin şehadeti
846 İmam Hasan Askeri'nin doğumu
858 Hallac-ı Mansur'un Doğumu
868 İmam Ali Naki'nin şehadeti
869 İmam Muhammed Mehdi'nin doğumu
922 Hallac-ı Mansur'un Bağdat'ta işkence ile katledilmesi (26 Mart)
1123 Rübaileri ile tanınan Hayyam'ın Hakka yürümesi (1132)
1150 Tac'ül-Arifin Seyyid Ebu'l-Vefa'nın Hakka yürümesi
1167 Piri Türkistan diye tanınan Hoca Ahmet Yesevi'nin Hakka yürümesi
1219 Moğol İstilasının başlaması ve Anadolu'ya doğru Derviş Göçleri
1240 Babailer isyanı
1240 Baba İlyas-ı Horasani'nin Hakka yürümesi
1240 Baba İshak'ın Hakka yürümesi
1240 Ayn'üd-Devle'nin Hakka yürümesi
1240 Emirci Sultan'ın Hakka yürümesi
1252 Safevi soyunun ceddi Şeyh Safiyüddin Erdebil civarında doğuyor.
1290 Baba İlyas-ı Horasani'nin oğlu Muhlis Paşa'nın Hakka yürümesi
1293 Sarı Saltık'ın Hakka yürümesi
1307 Barak Baba'nın Öldürülmesi
1326 Şeyh Edebali'nin Hakka yürümesi
1335 Safevi soyunun ceddi Şeyh Safiyüddinin Hakka yürümesi
1360 Elvan Çelebi'nin Hakka yürümesi
1393 Hurufilik'in kurucusu Esterabadlı Fazlullah'ın Hakka yürümesi
1403 Seyyid Nesimi'nin katledilmesi
1441 Rasul Bali'nin Hakka yürümesi (doğ.1361)
1447 Safevi soyundan Şeyh İbrahim'in Hakka yürümesi ve kardeşi Şeyh Cüneyt'in tarikat reisi olması
1460 Şeyh Cüneyt'in Hakka yürümesi
1487 Şah İsmail'in Erdebil'de doğması (17 Temmuz)
1488 Şah İsmail'in Babası Şeyh Haydar'ın Hakka yürümesi(9 Temmuz)
1502 Şah İsmail'in İran'da Şah ünvanını alması
1511 Şahkulu Baba Tekeli Ayaklanması (9 Nisan)
1514 Çaldıran'da Osmanlı-Safevi Savaşı ve Safevi Ordusu'nun yenilmesi
1516 Balım Sultan'ın Hakka yürümesi (doğ.1473)
1524 Şah İsmail'in Hakka yürümesi (5 Mayıs)
1548 İskender Çelebi'nin Hakka yürümesi (doğ. 1512)
1555 Fuzuli'nin Hakka yürümesi
1569 Sersem Ali Dedebaba'nın Hakka yürümesi.(Posta oturuşu.1551)Süre:19yıl
1569 Elhac Ahmed Ali Dede (Dedebaba) Hakka yürümesi(p.o. 1569) S.1yıl
1569 Yusuf Bali Çelebi'nin Hakka yürümesi (doğ.1516)
1581 Bektaş Çelebi'nin Hakka yürümesi (doğ.1544)
1588 Resul Bali Çelebi'nin Hakka yürümesi (doğ.1546)
1596 Abdullah Baba(Dimetokalı Ak Abdullah Baba)(Dedebaba) Hakka yürümesi (p.o.1569) S.27yıl
1604 Mürsel Çelebi'nin Hakka yürümesi (doğ.1551)
1607 Hasan Çelebi'nin Hakka yürümesi (doğ.1563)
1628 Dimetokalı Karar Halil Baba (Dedebaba)Hakka yürümesi(p.o.1596)S.33yıl
1632 Bektaş Çelebi'nin Hakka yürümesi (doğ.1566)
1646 Kasım Çelebi'nin Hakka yürümesi (doğ.1578)
1649 Dimetokalı Elhac Vahdeti Dedebaba'nın Hakka yürümesi (p.o.1628)S.22yıl
1656 Yusuf Çelebi'nin Hakka yürümesi (doğ.1582)
1667 Zülfikar Çelebi'nin Hakka yürümesi (doğ.1605)
1674 Hüseyin Çelebi'nin Hakka yürümesi (doğ.1609)
1675 Elhac seyyid Mustafa Dedebaba'nın Hakka yürümesi(p.o.1649)S.26yıl
1685 Abdülkadir Çelebi'nin Hakka yürümesi (doğ.1628)
1689 Birecikli Seyyid İbrahim Agahi Dedebaba'nın Hakka yürümesi(p.o.1675)S.15yıl
1714 Urfalı Es-Seyyid Halil İbrahim Dedebaba'nın Hakka yürümesi(p.o.1689)S.26yıl
1730 Murtaza Ali Çelebi'nin Hakka yürümesi (doğ.1646)
1736 Serezli Hacı Hasan Dedebaba'nın Hakka yürümesi(p.o.1714)S.22yıl
1759 Kırımlı Hanzade Mehmet Dedebaba'nın Hakka yürümesi(p.o.1736)S.24yıl
1783 Dimetokalı Seyyid Kara Ali Dedebaba'nın Hakka yürümesi (p.o.1759) S.25yıl
1790 Sinoplu Seyyid Hasan Dedebaba'nın Hakka yürümesi(p.o.1783)S.7yıl
1799 Horasanlı Hacı Mehmet Nuri Dedebaba'nın Hakka yürümesi (p.o.1790) S.9yıl
1803 Abdüllatif Çelebi'nin Hakka yürümesi (doğ.1724)
1813 Kalacıklı Seyyid Halil Hakii Dedebaba'nın Hakka yürümesi (p.o.1799) S.15yıl
1824 Feyzullah Çelebi'nin Hakka yürümesi (doğ.1742)
1826 Yeniçeri Ordusunun Kaldırılması ve Yeniçeri-Bektaşi kıyımı
1827 II. Mahmut tarafından türbeler dışındaki tüm külliye binalarının yıktırılarak Hacıbektaş Dergahı'na Cami yaptırılması
1828 Veliyettin Çelebi'nin Hakka yürümesi (doğ.1772)
1834 Sivaslı Mehmet Nebi Dedebaba'nın Hakka yürümesi(p.o.1813)S.21yıl
1835 Merzifonlu Hacı İbrahim Dedebaba'nın Hakka yürümesi(p.o.1834)S.1yıl
1846 Vidinli Seyyid hacı Mahmud Dedebaba'nın Hakka yürümesi (p.o.1835) S.12yıl
1848 Sofyalı Saatçi Ali Dedebaba'nın Hakka yürümesi(p.o.1846)S.2yıl
1849 Çorumlu Seyyid Hasan Dedebaba'nın Hakka yürümesi(1848)S.1yıl
1868 Yanbolulu Elhac Ali Turabi Dedebaba'nın Hakka yürümesi(p.o.1849)S.19yıl
1871 Ali Celalettin Çelebi'nin Hakka yürümesi (doğ.1808)
1874 Selanikli Hacı Hasan Dedebaba'nın Hakka yürümesi(p.o.1868)S.6yıl
1878 Feyzullah Çelebi'nin Hakka yürümesi (doğ.1811)
1879 Konyalı Perişan Hafız Ali Dedebaba'nın Hakka yürümesi(p.o.1874)S.6yıl
1894 Aşık Veysel'in Doğması (25 Ekim)
1897 Malatyalı Hacı Mehmet Dedebaba'nın Hakka yürümesi(p.o.?)S.?
1907 Elhac Mehmed Ali Hilmi Dedebaba'nın Hakka yürümesi(p.o.1879)S.28yıl
1913 Hacı Feyzullah Dedebaba'nın Hakka yürümesi(p.o.1897)S.7yıl vekaleten,9yıl asaleten
1919 Mustafa Kemal Paşa'nın Kurtuluş Savaşı için destek sağlamak üzere Hacıbektaş'ı ziyareti(23 Aralık)
1921 Koçgiri Ayaklanması (6 Mart)
1921 A. Cemalettin Çelebi'nin Hakka yürümesi (doğ.1862)
1931 Sivas'ta Halk Şairleri Bayramı (5 Kasım)
1937 Dersim Olayları'nın başlaması
1937 Dersim İsyanı'nın Lideri Seyit Rıza'nın İdamı (15 Kasım)
1940 Hacıbektaş Dergahı'nın son Çelebisi Veliyettin Efendi'nin Hakka yürümesi (31 Mayıs)
1941 Salih Niyazi Dedebaba'nın Hakka yürümesi(p.o.1913)S.17yıl Türkiye'de,11yıl Arnavutlukta =28yıl
1949 Rıza Tevfik Bölükbaşı'nın Hakka yürümesi (30 Aralık)
1958 Hacıbektaş Dergahı'nın Vakıflar Genel Müdürlüğü'nce onarıma başlanması
1960 Ali Naci Baykal Dedebaba'nın Hakka yürümesi(p.o.1930)S.11yıl vekaleten,19yıl asaleten=30yıl
1964 Hacıbektaş Dergahı'nın Milli Eğitim ve Kültür Bakanlığı'na bağlı bir müze olarak açılması (16 Ağustos)
1966 Birlik Partisi'nin Kurulması (17 Ekim)
1978 Kahramanmaraş Olayları
1980 Çorum olaylarının başlaması (4 Temmuz)
1983 Feyzullah Çınar'In Hakka yürümesi (24 Ekim)
1983 Aşık Daimi'nin Hakka yürümesi (18 Nisan )
1989 Meluli Baba'nın Hakka yürümesi (14 Kasım)
1993 Sivas Katliamı (2 Temmuz)
1994 Feyzullah Ulusoy'un Hakka yürümesi (18 Mart)
1994 Karacaahmet Sultan Cemevi'nin İstanbul Belediyesince yıkılması (7 Eylül)
1995 Gazi Mahallesi Olayları (12 Mart)
1995 Detroit Bektaşi Dergahı kurucusu Recep Baba’nın Hakka yürümesi (14 Eylül)
Alevilik Nedir?
Sözlük anlamına göre Alevi, Hz. Ali’ye bağlı ve ondan yana olan kimse demektir. Alevilik ise genel olarak Hz. Ali’yi sevmek ve onun soyunun yani Ehli Beyt’in yolundan gitmek olarak tanımlanabilir.
Ancak bugün için dünyanın değişik bölgelerinde yaşayan farklı Alevi grupların herbiri için Alevi ve Alevilik sözcüklerinin ifade ettiği anlamlar da farklı olmaktadır. Biz konuya Anadolu Alevileri açısından yaklaşmakla birlikte genel bir tarihsel perspektif de sunacağız.
Ülkemizde bugün yaygın şekilde Alevi olarak adlandırılan kitleler için kaynaklarda birçok ismin kullanıldığını söyleyebiliriz. Anadolu’daki Alevi kitleleri nitelemek üzere kaynaklarda, kızılbaş, rafızi, ışık, mülhid ve torlak gibi adların kullanıldığını görmekteyiz. Bunlardan en çok kullanılanı Kızılbaş adı olmuştur. Anadolu Alevileri kendileri için çok anlamlı Kızılbaş adını, Osmanlı yönetiminin ahlakdışı anlamlar yükleyerek, sünni kitlelere aşılayarak bir psikolojik savaş aracı olarak kullanması sonucunda bırakmak zorunda kalmışlardır.
Bugün Anadolu ve Balkanlar’da yaşayan Tahtacı, Çepni, Amucalı, Bedrettinli, Sıraç gibi değişik gruplar genelde Alevi olarak adlandırılırlar. Anadolu Aleviliği, tarihsel ve sosyal koşulların doğal bir sonucu olarak, kitabi olmaktan çok sözlü geleneğe dayalı eski inançların islami şekiller altında yaşamaya devam ettiği bir halk islamıdır.
Genel olarak ifade etmek gerekirse Bektaşi sözcüğü de yukarıda değindiğimiz kitleler için kullanılmıştır. Bektaşilik Hacı Bektaş Veli’ye dayanılarak kurulmuştur. Alevilik ve Bektaşiliği birbirinden bağımsız olarak ele almak bugün gelinen noktada tarihsel ve sosyolojik açıdan mümkün görünmemektedir. Her iki terim de zaman zaman birbirinin yerine kullanılabilmektedir. Prof. Melikoff’un da belirttiği gibi “Alevilik, Bektaşilik’ten ayrılamaz. Çünkü her iki deyim de aynı olguya, Türk halk İslamlığı olgusuna bağlıdır.”Alevilik ve bektaşilik, inanç ve ahlak esasları ve edebiyatları bakımından temel olmayan farklılıklar dışında ortaktırlar. En temel farklılık, Bektaşi kitlelerin daha çok şehirde yaşamalarına karşın, Alevilerin göçebe/yarıgöçebe çevrelerde yaşamaları şeklinde ortaya çıkmış sosyal bir farklılıktır. Ancak tarihsel olarak doğru olan bu sosyal farklılık günümüzde anlamını yitirmeye başlamış, “Alevi” adı daha yaygın olarak kullanılır olmuştur. Bugün genel olarak Alevi olarak adlandırılan kitleler üç dinsel gruba bağlıdırlar:
Ocakzade Dedeler
Çelebiler
Dedebabalar
Bu üç grupdan Anadolu’da en fazla etkinliğe ve nüfuza sahip olan Ocakzade Dedeler’dir. Daha sonra Çelebiler gelir. Dedebabaların ise Anadolu’da nüfuzları zayıftır, Balkanlar’da daha etkindirler.
Türkiye’de yaşayan Alevilerin sayısı konusunda çeşitli veriler ileri sürülmektedir. Türkiye’de etnik ve mezhep konularında varolan tabular nedeniyle, yapılan resmi sayımlarda bu konu bilinçli olarak ihmal edilmekte ve dolayısıyla Alevilerin sayısı konusunu herkes işine geldiği şekilde yazmaktadır. Tarafsız araştırmacılara göre Türkiye’de en az 15 milyon Alevi bulunmaktadır. Karadeniz ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerindeki illerde sayıca az olmakla birlikte Türkiye’nin her yerinde Aleviler bulunmaktadırlar. Alevilerin sahip oldukları bu potansiyel onları zaman zaman Türkiye siyasetinin de merkezine yerleştirmektedir.
Alevilik Tarihcesi
Aleviliğin kökeni genel olarak Hz. Muhammed’in vefatı sonrasında yaşanan gelişmelere dayanmaktadır. Ancak Anadolu Aleviliği ele alınırken islamöncesi ve sonrası birçok farklı dinsel ve kültürel unsuru da gözden kaçırmamak gerekmektedir.Önce Aleviliğin doğuşuna yolaçan gelişmeleri görelim:
Hz. Muhammed’in vefatı sonrasında ortaya çıkan kimin halife olacağı sorunu, Alevi-sünni meselesinin ilk tohumlarını atmıştır. Hz. Muhammed daha sağlığında birçok kez Hz. Ali’nin halefi olacağını vurgulamıştı. Hz. Muhammed’in soyu, kızı Hz. Fatıma’yı eş olarak verdiği Hz. Ali’den devam etmişti.Hz. Muhammed Mekke’ye Hicret ettiği zaman da ailesine ve işlerine bakmak üzere Hz. Ali’yi yerine bırakmıştı. Üstelik Peygamber Hz. Ali’nin katıldığı hemen hemen bütün savaşlarda onu komutan olarak atamıştır.
Bilindiği üzere Hz. Muhammed Veda Haccı dönüşünde (632) Gadîru Hum adlı yerde beraberindeki müslümanlarla konaklayarak bir konuşma yapmış ve bu konuşmasında kendisinden sonra amcasıoğlu ve damadı Hz. Ali’nin müslümanlara önder yani halife tayin olduğunu ifade etmişti. Orada aralarında İkinci Halife Ömer’in de bulunduğu müslümanlar bundan dolayı Hz. Ali’yi kutlamışlardı.
Ölmeden önce Hz. Muhammed “Bana bir kalem ve kağıt getirin size bir vasiyet yazdırayım ki, benden sonra ihtilafa düşmeyesiniz.” demiş ancak bu isteği yerine getirilmemiş ve Peygamber vasiyetini yazamadan vefat etmişti. Daha sonra Hz. Ali ve diğer aile üyeleri Peygamberin defin işleriyle uğraşırken, Ebu Bekir ve Ömer’in de aralarında bulunduğu ensar ve muhacirin ileri gelenleri iktidar kavgasına başlamışlardı bile. Bu iktidar mücadelesi Ebu Bekir’in halife olması ile sonuçlanmış, daha sonra sırasıyle Ömer ve Osman halife olmuşlardır. Sonuç olarak bu üç kişinin halifelikleri, deyim yerindeyse Peygamberin Ehli Beytine rağmen gerçekleşmiş, bu nedenle yüzyıllardır tartışılagelmiştir. Hz. Ali ve Hz. Fatıma bu halifelikleri onaylamamakla birlikte, iktidar uğruna gerginlik yaratmaktan da kaçınmışlar, bu haksızlığı sineye çekmeyi uygun görmüşlerdir.
Alevi-Sünni meselesinin ilk çıkışı özetlemeğe çalıştığımız bu halifelik meselesine dayanır. Ehli Beytin başına gelenler ve bunlardan en önemlisi Kerbela Olayı ise Aleviliğin siyasal ve düşünsel bakımlardan daha da olgunlaşmasına ve Araplar dışındaki diğer uluslar arasında da yayılmasına neden olmuştur.Şimdi bu gelişmeleri görelim:
Osman’ın halifelik dönemi (644-656), daha önce tohumları ekilmiş bulunan bölünmelerin, problemlerin su yüzüne çıktığı bir dönem olmuştur. Halife Osman’ın yönetiminde akrabalarına, yani Emevi ailesine gösterdiği aşırı yakınlık ve valiliklere onları tayin etmesi ve diğer suistimaller ona karşı Irak, Mısır, Hicaz ve Surite’de yoğun bir hoşnutsuzluk duyulmasına yolaçmıştır. Valileri halka kötü davranıyor olmalarına rağmen onları koruyucu bir tutum takınmış, sonuçta Mısır, Basra ve Kûfe’den yola çıkan gruplar Halife Osman’ın evini kuşatarak onu öldürmüşlerdir.(656)
Üçüncü Halife Osman’ın öldürülmesi sonrası Hz. Ali halifeliği sahabenin ısrarları üzerine kabul etmiştir. Hz. Ali iç karışıklıkların çok yoğun olduğu bir dönemde ve bu karışıklıkları sonlandırmak amacıyla halifelik görevini kabul etmiştir. Daha önce Osman’ın aleyhinde bulunmuş olan Hz. Muhammed’in eşlerinden Ayşe, Talha ve Zübeyr, Hz. Ali’nin halife olması sonrasında onu Osman’ın ölümünden sorumlu tutarak Cemel savaşına yolaçmışlardır. Cemel Savaşı Hz. Ali’nin galibiyetiyle sonuçlanmıştır. Hz. Ali bu olaydan sonra Şam’da hüküm sürmekte olan ve kendisine biat etmeyi reddeden Şam Valisi Muaviye sorununun çözümüne girişti. Muaviye, Hz. Ali’yi Osman’ın ölümünden sorumlu tutuyor ve Şam’da bunun propagandasını yapıyordu. Hz. Ali’nin uyarıları sonuçsuz kalınca Hz. Ali ve Muaviye Orduları arasında Sıffin Savaşı (657) başlamış oldu. Hz. Ali’nin ordusu savaşı kazanmak üzereyken, Muaviye’nin yakın adamı Amr İbn-ül As’ın, askerlerin mızraklarının ucuna Kuran sayfalarını bağlatarak “Allahın kitabı sizinle bizim aramızda hakem olsun.” diye bağırtması sonucu Hz. Ali’nin ordusu saldırıyı durdurdu. Bu şekilde Amr’ın hilesi işe yaramış ve iki taraftan hakemler seçilmiş, bir sonuca ulaşılamamıştır. Burada Hz. Ali’nin ordusundan ayrılan bir grup da Hariciler adını almışlardır. Böylece müslümanlar Hz. Ali yandaşları, Muaviye yandaşları ve Hariciler olmak üzere üçe bölünmüş oluyorlardı. Hz. Ali vefatından önce Haricilere yönelik askeri bir harekat düzenlemiş, önemli bir bölümünü yok etmişti. 24 Ocak 661’de ise Hz. Ali, İbn Mülcem adlı bir harici tarafından uğradığı saldırı sonucunda şehid olmuştur.
Bu şekilde Emevi hükümdarı Muaviye iktidara yönelik siyasal amaçlarını ne pahasına olursa olsun elde etmeye uğraşmış, Sıffin’de Hz. Ali’ye yenileceğini anlayınca hileye başvurmuş ve Hz. Ali’nin vefatı ile Emevi saltanatını kurma amacına ulaşmıştır. Hz. Ali’nin vefatı sonrası Şam ve Mısır dışında bütün eyaletler Hz. Hasan’a biat etmişlerdi. Muaviye kendi iktidarı için tehlikeli saydığı Hz. Hasan’ı zehirletmekten de çekinmedi. Muaviye, Ehli Beyte ve Hz. Ali yandaşlarına her türlü eziyeti yaptırmış, camilerde Hz. Ali’ye lanet okutmuş ve kendisinden sonra oğlu Yezid’in halife olmasını sağlamak yoluna gitmişti. Hz. Hasan’ın zehirletilmesiyle Yezid’in önünde en büyük engel olarak Hz. Hüseyin bulunmaktaydı.
Yezid ilk iş olarak Medine Valisi ve akrabası Velid’e bir mektup yazarak, özellikle Hz. Hüseyin’in muhakkak kendisine uymasının sağlanmasını, bunu reddederse öldürülmesini emrediyordu. Doğal olarak Hz. Hüseyin’in Yezid gibi bir zalime itaat etmesi mümkün değildi. Hz. Hüseyin, Muhammed Hanefi’nin de tavsiyesiyle 4 Mayıs 680 gecesi, bütün aile fertlerini yanına alarak Mekke’ye gitti. Ayrıca, Hz. Hüseyin’in Yezid’e biat etmediğini ve Mekke’ye gittiğini öğrenen Kûfeliler de Hz. Hüseyin’e elçiler göndererek Kûfe’ye davet ile kendisini halife olarak tanıyacaklarını bildirdiler. Bunun üzerine Hz. Hüseyin amcaoğlu Müslim’i uygun bir ortam sağlamak için Kûfe’ye gönderdiyse de Müslim Yezid’in adamlarınca yakalanarak idam edildi. Hz. Hüseyin Mekke’den Kûfe’ye doğru yola çıktığı sırada Müslim öldürülmüştü.
Hz. Hüseyin ve beraberindekiler Kerbela’ya geldiklerinde hem susuz bırakılmış, hem de binlerce kişilik ordu tarafından sarılmış durumdaydılar. Yezid’in Kûfe valisi Ubeydullah, Hz. Hüseyin’in geri dönmek, Yezid’le görüşmek veya islam sınırlarından birine gitmek isteklerinden hiçbirini kabul etmedi. Esasen onun görevi Yezid’in emrini yerine getirmek, yani Hz. Hüseyin’i öldürmekti. Çünkü biliyordu ki Hz. Hüseyin yaşadığı sürece efendisi Yezid’e rahat yoktu. Sözde müslümanlardan oluşan koskoca bir ordu iktidar uğruna kendi dinlerini kuran Peygamberin torununu ve ailesini katletmeye kararlıydı.
Nihayet 10 Ekim 680 (Hicri 10 Muharrem 61) günü Hz. Hüseyin son hazırlıklarını yaptı ve Yezid’in ordusuna yaklaşarak hitab etmek istediyse de, bu anlamlı konuşma Yezid’in ordusunu pek etkilemedi. Çok dengesiz bir şekilde başlayan savaşta Hz. Hüseyin’in 23 süvari ve 40 piyadeden oluşan savaşçıları öğleden sonraya gelindiğinde gittikçe azalmış bulunuyordu. Hz. Hüseyin de bu az sayıda insanla yaya olarak savaşıyordu. Sonunda Şimr’in emriyle her yandan hücum edilerek Hz. Hüseyin şehid edildi.Sonra çadırlar yağma edildi, hasta olan İmam Zeynel Abidin de öldürülmek istendiyse de engellendi. Bu çirkin savaşın en küçük kurbanı ise daha altı aylık bir bebek olan Hz. Hüseyin’in oğlu Ali Asgar’dı. Hz. Hüseyin tarafında şehid olanlar yetmiş iki kişi idi.
Kerbela olayı yüzyıllara damgasını vurmuş bir tarihsel olaydır. Bu olay o zamanki müslüman memleketleri halklarını o kadar etkiledi ki Emevi saltanatı kökünden sarsıldı. Kerbela Olayı İran ve Hicaz’da duyulunca halkta Emevilere karşı büyük bir kin oluştu ve isyan hareketleri başgösterdi. Yezid’in Mekke ve Medine’ye saldırması ise bardağı taşıran son damla oldu. Özet olarak , camilerde Hz. Ali’ye küfür ettirilmesi, önce Hz Hasan’ın daha sonra da Hz. Hüseyin ve ailesinin ki Peygamberin soyu onlardan devam ediyordu, acımasızca öldürülmeleri, Emevi Hanedanına karşı muhalif bir düşünsel ve siyasal temeli olan bir harekete yolaçtı. Bu harekete Hz.Ali yandaşlığı veya Alevilik demek mümkündür.
Türkler'in Islamlasmasi
Türkler islam’i dogrudan Araplar’dan degil, iran kültürünün merkezi Horasan yoluyla almislardi. Mogolistan’dan Tuna boylarina kadar cok genis bir cografi alana yayilmisbulunan Türkler, islamiyet’i enimseme- den önce büyük ölcüde Samanizm ve kimi kültlerin etkisi altinda bulu- nuyorlardi. Türkler’in savaslar ve göcler yoluyla yer degistirmeleri, bu yayilma ve göc yollari üzerindeki bircok farkli kültür ve inanclara sahip halklarla iliski kurmalarina ve etkilenmelerine yol acmaktaydi. Konunun uzmanlarinin verdikleri bilgilere dayanarak diyebiliriz ki, islamiyet’in Türkler’in yasadiklari bölgelere ulasmasi öncesi, genis bir cografi alana yayilmis bulunan Türk kitleleri, Samanizm’in yanisira, Budizm, Maniheizm, Hiristiyanlik ve Musevilik gibi inanclarla da iliski kurmus ve etkilenmis bulunmaktaydilar. Zamanin Türk devletlerinden, Hazarlar’in Museviligi, Uygurlar’in Maniheizm’i, Tabgaclar’in Budizm’i ve Ogurlar’in Ortodoks Hiristiyanligi kabul etmeleri bu iliski ve etkilenmenin dogal bir sonucu olarak görülebilir. Büyük ölcüde ekonomik sikintilar ve nüfus yogunlugu sonucu gerceklesen Türkler’in anayurtlarindan göc etmeleri olgusu, esas olarak güneye ve batiya olmak üzere iki dogrultuda gerceklesti. Bati’ya dogru gerceklesen Türk göcleri iran’da hüküm süren Sasani imparatorlugu engeli ile karsilastilar ve bir bölümü Hindistan’a dogru yönelirken, diger bir bölümü ise iran’a yakin bölgelerde bulunmayi sürdürdüler. Türkler’in islam dünyasi ile iliskiye gecebilmeleri ancak Sasani imparatorlugu enge- linin ortadan kalkmasiyla mümkün görünüyordu. Ancak Türkler, Sasani imparatorlugu’nu yipratmalarina karsin cökertememislerdir. Bu, asagida görülecegi üzere Arap ordularinca gerceklestirilecektir. Arap ordulari yeni dinin verdigi heyecanla ilerleyislerini sürdürmekteydiler ve 634’te Yermuk Savasi ile Bizans’i Suriye’den cikardilar. Ardindan 635’te Kadisiye ve 641’de Nihavend Savaslari ile Sasani imparatorlugu’nu orta- dan kaldirarak, iran’i ele gecirdiler. Bu sekilde Sasani imparatorlugu’nun yikilmasi, Türkler’in islam dini ile iliski kurabilmesinin yolunu da acmis oluyordu ki, bu bakimdan önemli bir gelismedir.Müslüman Arap ordula- rinin Sasani engelini asmasi sonrasi baslayan Türk-Arap iliskileri uzun süre karsilikli mücadele icinde gecti. Emeviler dönemi’nde (661-750) Araplar, kisa zamanda Maveraünnehir’e hakim olduklari gibi, akinlarini Talas’a kadar ilerlettiler ki, bölgede hüküm süren Türk hakanliklarinin birbiriyle olan mücadeleleri de bu durumu kolaylastiriyordu. Böylece Orta Asya hakimiyeti icin mücadele eden Türkler’in Müslüman Arap or- dularinca tasfiye edilmeleri üzerine, bölgede Çinliler ve Araplar karsi karsiya geldiler. Abbasiler’in iktidara gecmesinden hemen sonra gercek- lesen Talas Savasi’nda (751), Araplar Türklerle birlikte Çinlilere karsi savastilar. Bu önemli savas sonrasi Çin, Orta Asya’dan cekildi ve Araplar bölgeye hakim oldular. Emeviler’in müslümanligi secen Arap olmayan uluslara karsi baskici ve hor görücü tutumuna karsin, Abbasiler, halki Arap olmayan bölgeleri de, Araplarla esit gören daha ilimli bir yönetim anlayisini benimsemislerdi. Araplar’in yenilgiye ugrattiklari halklar giderek islamlasmaya basladikla- rindan, daha önce baska inanclara mensup din adamlari ve tüccarlarin geldikleri yollardan bu kez müslüman din adamlari ve tüccarlar Türklerin yasadiklari bölgelere gelmeye baslamislardir. Ayrica Abbasiler’in yanisira Samaniler devletinin de özellikle ordu yönetiminde Türkler’den yararlan- masinin, islam’in bu kitleler arasinda yayilmasina yardim ettigi söylenebilir. Yalniz Türkler’in islamlasmasinda gözden kacirilmamasi gereken önemli nokta, Türkler’in bu yeni dinin bircok unsurunu Araplar’dan degil iranlilar- dan almalari konusudur. Türklerinislam’in bölgeye Arap ordulari araci- ligiyla gelmesinden önce de iliskide bulunduklari ve bircok bakimdan ortak noktalara sahip bulunduklari Acemleri (iranlilari) kendilerine Arap- lardan daha yakin görmeleri dogaldi. Böylece iranlilar, Türkler’in islam uygarligini benimsemeleri konusunda bir köprü vazifesi görmüsler, onlara yol göstermisler, onlari etkilemislerdi. Bu etkileri daha sonraki yüzyillarda, Türk edebiyati, sanati, idare sistemi gibi bircok alanda görmek mümkündür. Buraya kadar özetlemeye calistigim, VII.-X. yüzyillar arasindaki gelis- melere bakilarak Türkler’in büyük bir bölümünün müslüman oldugu sanilmamalidir. Sözü edilen dönemde, islam dini daha cok batidaki sehirlerde ve gelismis yerlerde yayilmisti, doguda daha cok bozkirlarda göcebe ve yarigöcebe durumda bulunan Türklerin cogunlugu hala eski inanclarina bagli idiler. Ancak X. yüzyilla birlikte, Türklerin yasadigi bölgelerde halâ sürmekte olan Arap egemenligi sonucu, neredeyse iki yüzyili asan bu zaman sürecinde gelisen, siyasal, ekonomik ve kültürel iliskiler, Türkler arasinda islam’in yayilmasina da hiz kazandirmisti. Artik, Maveraünnehir’in Buhara, Semerkant,Fergana ve Curcan gibi büyük Türk sehirleri, islam kültür ve uygarliginin önemli merkezi haline gel- meye basladilar. O zamana kadar askerlik sanatindaki üstünlükleriyle taninmis Türkler, artik yeni dinlerine, baska bir deyisle islam uygarligina da katki saglayabilecek duruma gelmislerdi. Öyle ki, Araplarin egemen- liginde sik sik ayaklanan, halifeleri bile degistirme gücüne sahip Türkler artik kendi devletlerini kurma asamasina gelmis durumdaydilar. Bu sekilde, IX. yüzyildan baslamak üzere, cok genis bir cografi alanda kurulan Müslüman-Türk devletleri arasinda, Tuluniler (875-905), Kara- hanlilar (840-1212), Gazneliler (969-1187), Selcuklular (1040-1308) ve Harezmsahlar (1077-1231) gibi devletler sayilabilir. Türklerin islam dinini benimseme nedenleri konusunda, uzmanlarca cesitli tartismalar yapilmis ve farkli görüsler ileri sürülmüstür. Burada kisaca bu konuya da deginmek sanirim yararli olacaktir. Türklerin islam’i benimseme nedenlerinden en fazla savunulanlari su sekilde siralanabilir: 1.Eski Türk inanclari ile islamiyet arasindaki benzerlikler, 2.Araplar ile Türkler arasinda yogun ekonomik iliskilerin varligi, 3.islam uygarliginin her alanda cagin en üst uygarligi olmasi, 4.Müslüman seyh ve dervislerin yogun dinsel propagandalari, 5.Araplarla uzun süren savaslar sonucu uygulanan baskilar ve yok etme politikalari. Türklerin, uzun bir zaman sürecine yapilan, islam’i benimseme olgusu- nu, yukarida sayilan nedenlerden birine veya birkacina baglama egilimi bircok eserde görmek mümkündür. Oysa, o dönemi ele alan arastirmalar incelendiginde acikca görülecektir ki, Türklerin islam’i benimsemele- rinde, tek bir neden rol oynamamis, yukarida siralanan ekonomik, siya- sal ve toplumsal nedenlerin tümü birden farkli düzeylerde etkili olmuslardir. Ana hatlariyla sunmaya calistigim Türklerin islam dinini benimsemeleri süreci cok dinamik ve karmasik bir olgudur ve bu islamlasma Orta As- ya’dan Anadolu’ya göcler sirasinda ve sonrasinda da yaklasik XIV. yüzyila kadar sürmüstür. Bu konuda iki önemli noktayi daha belirtmek gerek- mektedir ki bunlar: 1- Türkler’e sunulan islam’in niteligi ve 2- Türkler’in islam’i nasil algiladiklari konularidir. Türkler’e sunulan islam’in niteligi konusunda sunlari söyleyebiliriz: Din’lerin, yayilmalari sirasinda farkli cografyalarda, farkli insan toplu- luklarinca benimsenirken, özleri itibariyle olmasa da, bicimsel anlamda farkli bir cehreye ürünebilecekleri bilinen bir olgudur. Hicbir yeni din, eskiden farkli inanclara ve kültürlere sahip topluluklarca bütünüyle be- nimsenmemistir. Dinlerini, kültürlerini cesitli nedenlerden dolayi terk- eden insanlar, bu sirada kimi eski inanclarini birakirken kimilerini de yeni dinlerine uygun hale getirerek yasatmayi sürdürmüslerdir.Hele Türkler, Kürtler ve iranlilar gibi uzun bir gecmisi olan inanc ve kültüre sahip uluslarda, benimsenen yeni dinde, eski inanclarin korunmasi ora- ninin daha fazla oldugu, Anadolu insaninda etkilerini bugün dahi gördü- gümüz sosyolojik bir realitedir. Bu kisa degerlendirmeden de anlasilacagi üzere, Arap Yarimadasi’ndan dogan islam Dini, Türkler’in yasadigi bölgelere ulasincaya kadar cesitli dinsel ve kültürel etkilere maruz kalmis ve dolayisiyle dogdugu cograf- yadan uzaklastikca, karsilastigi degisik kültürel ve dinsel unsurlari bün- yesine almak zorunda kalmistir. Daha önce ele aldigimiz tasavvuf akimi- nin oynadigi rolde de gördügümüz gibi, islam’in Türkler’in yasadigi böl- gelere ulastigindaki bu esnek niteligi, Türkler’in islamlasmasinda oldukca etkili olmustur. Daha öncede söz edildigi üzere, Türkler islam’i dogrudan Araplar’dan degil, Iran kültürünün merkezi Horasan yoluyla almislardi. Zaten Iran uygarligi, daha Türkler’i etkilemeden önce, islam dini üzerinde de önemli etkilerde bulunmustu. Kaldi ki, islam, yayilmasi sirasinda iran’dan baska uygarliklar ve dinlerle de karsilasmis ve bunlardan etkilenmisti. Yine islam’in yayilmasi sonrasi cesitli mezhepler ortaya cikmis, dinsel kavram ve kurallari farkli yorumlamalari nedeniyle oldugu kadar, siyasal nedenlerle de kiyasiya bir mücadele icine girmis bulunmaktaydilar. Aslinda bütün Ortacag boyunca, esas nedenleri siyasal ve ekonomik olsa bile cekismelerin gerekceleri din- sel olarak sunulmaktaydi. Sözü edilen dönem de bu tür mücadelelere sahne olmaktaydi. iste Türkler, özetlemege calistigim bu kosullar altinda, yüzyillarca süren bir zaman sürecinde, bircok din ve kültürün etkisinde ka- larak, sosyal, kültürel ve dinsel gereksinmelerine cevap verebilen esnek/ hosgörülü ve Prof. Cahen’in "Özel bir Müslümanlik" diye niteledigi bu dini benimsediler. Daha sonra da deginecegim gibi, Anadolu’ya göcler sirasinda ve sonrasinda da süren Türklerin islamlasmasi süreci, XIV. Yüzyila hatta daha sonralara kadar sürmüstür. Türkler islam’i nasil benimsediler, konusuna da kisaca degindikten sonra, Anadolu’ya göcler konusuna gececegiz. Daha önce gördügümüz üzere islam Türkler’e özel bir bicimde ulasmisti. Sehirlerin aksine köylerde ve göcebe boylarda islamlasma daha yavas olmaktaydi. Sehirlerde daha cok sünni dervis ve seyhlerin faaliyetlerine karsin, köylerde ve göcebe boylarda daha cok Alevi egilimli dervisler ve babalar propaganda faaliyetleri yürütmekteydiler. Prof. Köprülü’nün de belirttigi gibi: "Daha ilk zamanlardan itibaren Batini akimlarin hüküm sürdügü Horasan ve Maveraünnehir sahalarinda yasayan ve siyasidini akimlara fiilen karisarak Batini inanclariyla yakinlik kuran Oguz asiretleri, islamligi yavas yavas kabul ettiler; fakat bu görünürde olan islamlik cilasi altinda, eski ulusal geleneklerinin ve önceki dinlerinin etkisi altinda bulunuyorlardi. islam fikihcilarinin kendilerine cok karisik ve sikintili gelen telkinlerinden ziyade, kendi kam (=ozan)larinin nüfuzuna bagli idiler. Maveraünnehir ve Horasan’a gelmezden önce ve geldikten sonra Hiristiyanlik, Hinduizm, Mazdeizm, Maniheizm gibi cesitli dini sistemlerle az cok iliski kuran bu Türkmenler üzerinde, islamiyet de dahil olmak üzere bu harici (dissal) ve kapali (zor anlasilan) inanc sistemlerinin hicbiri eski dinsel gele- neklerini tamamen unutturamazdi..." Bildigimiz gibi kamozanlarin yerini artik ata veya baba ünvanli dervisler almaktaydi. islam öncesi dönemden kalma Türkler arasinda yaygin bulunan menkibelere bile islami bir sekil kazandirilarak, bu ata veya baba ünvanli dervisler tarafindan halk arasinda yayiliyordu. Sonuc olarak diyebiliriz ki, Türk kitleler islam dinini benimserken, büyük ölcüde eski inanclarini ve geleneklerini de muhafaza etmekteydiler. Yine bu Türk kitlelerin cogunlugu, karmasik ve sikici din kurallarini yayan din adamlarina, seyhlere itibar etmemekte, onlar daha cok eski samanlari ve kamlari hatirlatan ve eski inanclarla yeni din arasinda paralellikler kur- duklari daha yüzeysel, dinsel bilgileri yayan atalara/babalara baglanmakta ve onlarin nüfuzlari altinda bulunmaktaydilar. Bu kitlelerin müslümanligi, dinsel yükümlülükleri yerine getirmekten uzak, eski inanc ve gelenek- lerin ön planda oldugu bir halk müslümanligiydi.
Anadoluda Islamlasma
Bitmek tükenmek bilmeyen göcebe Türkmen akini Selcuklu Devletince Anadolu’ya yani Bizans sinirina yönlendiriliyordu. Bu sinir bölgeleri, baska bir deyisle "Uclar", ic bölgelerden farkli sosyal özelliklere sahip bulunmaktaydi. Uclarin bu farkli toplumsal yapisi, onun özel durumundan kaynaklanmaktaydi. Uc halki, ic bölgelerde daha barisci ve istikrarli bir düzene sahip halkin aksine, sürekli savas hayati yasardi. Özellikle Horasan ve Türkistan’dan uc bölgelerine bircok savasci gelirdi. Uclardaki bu savasci dervisler (ya da alperenler, gaziler) daha Malazgirt Savasi’ndan (1071) cok önce Anadolu’nun Sivas, Kayseri ve Konya gibi büyük sehir- lerine saldirilar düzenlemekteydiler. Uc bölgeleri karsi taraftan gelecek olasi akinlara yönelik de hazirlikli olmak zorundaydilar. Uclarda nüfusun cogunlugunu göcebe Türkmenler olusturmaktaydi. Bu göcebe Türkmenler daha önce de belirttigimiz gibi, Alevi-batini egilimli heterodoks Türkmen babalarinin nüfuzu altindaydilar. O dö- nemde Bizans imparatorlugu’nun icerisinde bulundugu zayif durum nedeniyle bu uclar sürekli batiya, Anadolu’nun ic kisimlarina dogru kaydi. XI.yüzyil sonrasi gelismelerine bakarak, bu uc savascilari ve birlikte ilerleyen göcebe Türkmen asiretlerini, Anadolu Selcuklu Dev- leti’nin, daha sonra beyliklerin ve bu beyliklerden Osmanli imparator- lugu’nun dogusunda birinci derecede rol sahibi olarak görmek dogru olacaktir. XI.yy.la birlikte baslayan göclerin hangi nedenlerle ve nasil gerceklestigine daha önce deginmistik. Anadolu’ya ilk büyük göc dalgasi Malazgirt Savasi sonrasi, ikinci ve daha büyük bir göc dalgasi ise Mogol istilasi sonrasinda gerceklesmisti. Bu göc hareketinin önünde ise savasci dervisler bulunmak- taydi. Uclar konusunda daha önce degindigimiz bu savasci dervisler P.Wittek’in "Gazi hareketi" olarak nitelendirdigi bir hareketin mensuplari olarak, Anadolu Selcuklu Devleti, Anadolu Beylikleri ve Osmanli Devleti’nin de kurulusunda cok önemli islevler gördüler. Anadolu’nun fethi bu dervis- lerin öncülügünde gerceklestirildigi gibi, bu yeni vatanin iskân ve kolonizas- yonu da onlarin önderliginde gerceklestirildi. Türkistan, Harzem, Horasan, Azerbaycan, Suriye ve Irak’tan gerek fetihlerle birlikte gerekse fetihlerden sonraki göclerle Anadolu’ya gelen dervisler degisik dinsel akimlara mensuptular. Süphesiz XI.yüzyildan itibaren Ana- dolu’da meydana gelen sosyal-siyasal gelismelerin bu dervislerin etkinlik- lerini kolaylastirdigi gibi, halkin da onlara baglanmalarina yol actigi söy- lenebilir. Özellikle köylerde yasayanlar ve göcebe kitleler heterodoks tasav- vuf akimlarina mensup seyh ve dervislere ve onlarin tekke/zaviyelerine büyük ilgi gösteriyorlardi. Göcebe/yari göcebe Türkler’e uygun gelmeyen ehli sünnet inanclarinin ön planda oldugu görüsleri yayan seyhler ve mutasavviflar daha cok sehirlerde faaliyet gösteriyorlar, göcebe/yari göcebe kitleler arasinda pek ragbet görmü- yorlardi. Ayni durum göcler sonrasi Anadolu’da yinelendi ve sünni seyhler göcebe/yari göcebe kitleler üzerinde etkili olamadilar. Bu kitleler arasinda daha cok heterodoks tasavvuf akimlarina mensup babalar, dervisler etkiliy- diler. Çünkü onlar, bu kitlelere cok daha uygun gelen senkretist fikirleri yayi- yorlardi. Köprülü’nün de belirttigi üzere: "Tahta kiliclarla kafirlere karsi harbeden, yanindaki bir avuc mürid ile yüz- binlerce kisilik düsman ordularini ezen, kaleleri alan, küfr diyarina kilic kuvvetiyle islamiyeti yayan bu savasci Türk mutasavviflari ile, tekkelerde sakin ve donmus bir hayat geciren Arap ve Acem mutasavviflari arasinda büyük ayrilik vardir." Süphesiz Anadolu bu dönemde Orta Asya, Harzem, Horasan, Suriye, iran ve Irak gibi merkezlerle siyasal ve sosyo-ekonomik baglara da sahipti. XI. yüz- yildan baslamak üzere bu bölgelerdeki dinsel ve kültürel gelismeler Ana- dolu’yu da etkiliyor, bu bölgelerden bircok mutasavvif ve dervis zaman zaman Anadolu’ya gelerek görüslerini yayiyorlardi. Bu dinsel akimlari anlamaksizin, Anadolu’daki hicbir dinsel hareketi anlayabilmek olanakli degildir. Mevlevilik de, Bektasilik de, Alevilik de ancak bu dinsel ortamin aciklanmasi sonucunda anlasilabilir. Bu konuda F. Köprülü su bilgileri veriyor: "Daha ilk Selcuklular zamanindan itibaren "Darülcihad" olan Anadolu’ya Türkmen boylariyle bera- ber bircok "Türkmen Babalari", Ortaasya, Harzem, Horasan’dan "Yesevi Dervis- leri", Irak, Suriye ve iran’dan "ismaili Propagandacilari", Kalenderiye mensuplari geliyorlardi..." Ayrica islam’in göcebe/yari göcebe Türkmenler arasinda daha cok tasavvuf ve heterodoks tarikatler araciligiyla benimsenmesinden de anlasilacagi üzere, islamin yüzeysel ve esnek bir yorumunu yayan bu akimlarin ne derece yaygin olduklari tahmin edilebilir. Bu akimlarin temsilcileri olan eski Türk samanlarini andiran babalar ve dervisler bu kitlelere oldukca uygun gelen eski inanclarla da baglantili bir islam yorumu sunuyorlardi. Bu yorumu yapan babalar ve dervisler sünni seyh ve mutasavviflarca siddetle elestiriliyorlardi. Elestiriler daha cok namaz, oruc gibi dinsel yükümlülüklere uyulmamasi, islama aykiri oldugu ileri sürülen ayin ve ibadet anlayislarinin uygulanmasi konularinda yogunlasmaktaydi. Bu elestirilerden, Ahmed Yesevi ve Ebu’l Vefa gibi büyük tarikat ululari bile kur- tulamamislardir. Bu seyhlerin zikir törenlerine erkeklerin yanisira kadinlarin da katilmasi ortodoks sufi ve ilahiyatcilarca siddetle elestirilmisti. Togan’in verdigi bilgilere göre, bu seyhlerin ayinleri "seytan ameli" olarak nitelendirilmekteydi. Halbuki bu zikir törenlerine kadinlarin da katilmasi ve bu törenlerde vecd halinde sergilenen rakslar islam öncesi inanclarin islâmi sekil altinda devamindan baska bir sey degillerdi. Anadolu’ya göclerle birlikte baslangicta uclar araciligiyla gerceklesen Anadolu’ya yerlesen Türklerle, Anadolu’nun yerli hiristiyan halki arasindaki iliskiler ve karsi- likli etkilesim konusu da oldukca önemlidir. Anadolu’ya gelen Türklerle yerli ahali arasindaki yakinlasmanin bircok nedenleri bulunmaktadir. Herseyden önce yerli halk Bizans idaresine, agir vergiler, keyfi idare, yogun iktidar mücadeleleri ve ordunun bozulmasi gibi nedenlerle yabancilasmis durumdaydi. ikinci olarak Anadolu Selcuklularindan baslamak üzere Türkler, yerli halka dinsel ve kültürel konularda hosgörülü davranmislardir. Ücüncü olarak XI.yüzyildan baslamak üzere Anadolu’ya gelen ahalinin, islam anlayisi oldukca yüzeysel ve eski inanc- larla bezenmis bir islamlik idi ki, bu yerli halkla kaynasmayi oldukca kolaylas- tirmistir. Süphesiz yerli halkin müslüman olmasinda ön planda, heterodoks seyh ve der- visler vardi. Bu heterodoks Türkmen babalari kurduklari zaviyeler araciligiyla, esnek islam anlayislarini yerli dinsel ve kültürel unsurlarla da besleyerek, Ana- dolu ve Balkanlardaki yerli halklara sunuyor, onlari yeni idareye ve ahaliye isin- diriyorlardi. Örnegin o döneme iliskin, mitolojik nitelikli de olsa tarihsel acidan degerli bilgiler iceren Vilayetname’de Haci Bektas-i Veli’nin hiristiyanlari müs- lümanlastirmak icin gönderdigi Hacim Sultan, Sari ismail, Resul Baba gibi dervis- lerden söz edilir. Yine bu konuda Ö.L.Barkan’in "Kolonizatör Türk Dervisleri" adli makalesinde arsiv belgelerine dayanan önemli bilgiler vardir. Üstelik Anadolu köklü bir kültürel ve dinsel gecmise de sahipti. Bu köklü kültür, yeni yerlesen Türkler üzerinde dogal olarak etkilerde bulundu. Bu etki, kirsal alanlarda daha farkli olmakla birlikte, sehirlerde daha cok zanaatlar ve ticari gelenekler iz birakti. ihtidalar, evlilikler ve karsilikli sosyo-ekonomik iliskilerin bir sonucu olarak gerceklesen bir etkilesim ortak degerlerin olusmasiyla sonuc- landi. Hilmi Ziya Ülken’in de belirttigi gibi "... Anadolu’ya yerlesen Türkler buraya kendi geleneklerini getirdiler,bunlari islam dini kurallari, medrese ve tekkenin verdigi arap ve fars kültürü unsurlari, yerli Anadolu kültür izleriyle birlestirdiler. Bu sentezden Anadolu Türk kültürü dogdu..."Demek ki, yerli kültürel ve dinsel unsurlar da bu yeni gelmis ahali üzerinde etkili oldu. Mesela müslüman halk, hiristiyan azizlerini kendi ululariyla özdeslestirerek Aziz George ve Theodore ile Hizir ilyas, Aziz Nicholas ile Sari Saltuk, Aziz Haralambos ile Haci Bektas-i Veli özdes kabul edildi. Bu sekilde hem hiristiyan, hem de müslümanlarca ziyaret edilen yerler, Hasluck’un deyimiyle "ikili ziyaretgahlar" ortaya cikti. Her iki halk tarafindan da ugurlu sayilan, yagmur yagdirdigina inanilan kutsal taslar, kutsal agaclar ziyaret edilirdi. Yine edebiyat alaninda da, hem islam hem de yerli Anadolu inanclarinin etkileriyle kahramanlik hikayeleri ortaya cikmistir. Büyük ölcüde heterodoks seyh ve dervisler, hiristiyanlarca da kutsal bilinen yerlerde tekkeler kurmuslar ve buralarda hiristiyanliga ve hiristiyanlik öncesi dönemlerden kalma yerel aziz kültleriyle karsilasmislardi. Bu kültler ve onlara iliskin hikayeler, evliya menkibeleri yoluyla islamilestiriliyordu. islamilestirilerek devam eden bu eski inanc unsurlari arasinda, ölmeden önce göge cekilmek, suyu kana cevirmek, halka felaket musallat etmek, bereket getirmek, ölü insan veya hayvani diriltmek, nefes evladi edinmek, kuru odunu agac haline getirmek, yerden veya tastan su fiskirtmak, irmagi veya denizi yarip gecmek ve üstünde yürümek gibi unsurlar sayila bilir.
Bektasiligin Dogusu
Artik XIII.yüzyilin baslarindan itibaren Anadolu’nun her yanina yayilmis bulunan ve devletin nüfuzundaki sehirlerin ve gelismis merkezlerin disindaki köylerde ve göcebe asiretler arasinda cok uygun bir faaliyet ortami bulan bu Türkmen babalarinin, Yesevilik, Kalenderilik ve Haydarilik gibi heterodoks tarikatlere mensup bulunduklarinibiliyoruz. Daha önce Orta Asya’dan baslamak üzere gelisimine degindigim senkretist düsünceleri yayan bu babalar, propagandalarda bulunduklari sosyal bakim- dan sehir halkina ve devlet düzenine oldukca yabancilasmis cevrelerde zaman zaman siyasal propagandalarda da bulunmaktaydilar. Anadolu’da bunun cok taninmis ve iz birakmis bir örnegi olarak, bu heterodoks babalardan Vefai tarikatina mensup Baba ilyas önderliginde, "mehdici" bir nitelik tasiyan Babai Ayaklanmasi (1240), bu babalarin ve propagandalarda bulunduklari kitlelerin gücünü göstermek bakimindan oldukca dikkat cekicidir. Ekonomik ve siyasal ortamin elverisli olmasinin yanisira, kendisine yabancilasmis bir yönetime (Anadolu Selcuklu Devleti’ne) nefret duygusundan da kaynaklanan bu hareket güclükle bastirilabilmis,ancak sonucta merkezi yönetimin gücü de tükenmistir. Bu tükenmislik, 1243’te Mogollar’in Anadolu’ya saldirmalarina olanak saglamis ve Anadolu Mogol egemenligine girmistir.Konunun uzmani Prof. Ocak’in cok yerinde tespitine göre "Türk heterodoksisi Babai hareketiyle derlenip topar- lanmistir. Alevilik ve Bektasilik bu hareketle Anadolu’daki tarihsel temellerini bulur." Ayrica arastirmacilar Mogol istilasinin heterodoks akimlarin Anadolu’da cok rahat yayilma imkâni bulmasina yardimci oldugunu vurgulamaktadirlar. Bu sekilde XIII.yy’in ikinci yarisindan sonra Anadolu’da heterodoks islam yay- ginlasti ve güclendi. Z.V.Togan’in verdigi bilgilere göre ilhanlilarin himaye- sinde: Aybek Baba, Buzagu Baba, Abdurrahman Baba, Baba Halil, Sari Saltik, Barak Baba ve Haci Bektas gibi Türk seyhleri ile Yesevî seyhleri, islamiyeti adeta bir ulusal Türk dinine cevirdiler. Bu durum, Ortodoks, islam muhitinde ve özellikle Suriye’de Arap ulemasitarafindan büyük bir kizginlikla karsilandi. Baba ilyas’in halifelerinden Hünkâr Haci Bektas-i Veli nasil oldu da Anadolu ve Balkanlar’daki babalarin/abdallarin en ulusu, piri durumuna geldi. Bu konu üzerinde durmak gerekir. Eflaki’nin verdigi bilgiler ve Vilayetname’deki bilgiler onun heterodoks bir Türkmen seyhi oldugunu acikca ortaya koymak- tadir. Eldeki sinirli kaynaklardan anlasildigina göre bir Hayderi seyhi olan Haci Bektas-i Veli, Anadolu’ya göc eden Türkmen asiretlerinin basinda bulunan ve bu asiretlerin hem dinsel hem de siyasal önderi olan heterodoks Türkmen babalari’ndan biri idi. Son arastirmalara göre Bektaslu Oymagi’nin lideriydi ve Babai ayaklanmasinin bastirilmasi sonrasi Sulucakarahöyük civarinda heterodoks nitelikli bir islam propagandasi yürütmekteydi. Menkabevi niteligine ragmen, cok önemli tarihsel bilgiler de iceren Vilayetname’ye göre Haci Bektas-i Veli hiristiyanlara ve samanist Mogollara yönelik islam propagandasi yürütüyor ve halifelerini Anadolu’nun her tarafina gönderiyordu. Yasadigi sirada fiilen Bek- tasilik tarikatini kurmamis bulunan Haci Bektas-i Veli, ölümünden sonra halife- lerinin, özellikle Abdal Musa ve müridi Kaygusuz Abdal’in faaliyetleri sonucunda bütün Anadolu ve Balkanlarda heterodoks Türkmen babalarinin/abdallarinin en ulusu durumuna geldi. Böylece Haci Bektas Veli, Baba ilyas’in ününü gölgede birakacak bir duruma geldi.Artik XV. yüzyil sonlarina gelindiginde Rum Abdal- lari arasinda Haci Bektas kültü hakim durumdaydi. Haci Bektas artik hepsinin piriydi. Anadolu’daki bütün abdallarin, gazilerin ve dedelerin sercesmesi Hünkar Haci Bektas Veli’ydi. Bu sekilde Haci Bektas-i Veli ve onun Türkmen babalari arasindaki özel yerine dikkat cektikten sonra bu heterodoks babalarin ve abdallarin babai hareketi sonrasindaki faaliyetlerini anlatmayi sürdürebiliriz. Babai hareketi Anadolu’da derin izler birakmis ve hareketin bastirilmasindan sonra düsün- sel planda yasamaya devam etmistir. Bu hareket daha sonra, Vefailer’den baska, Anadolu’daki Kalenderi, Haydari ve Yesevi gruplarinca da benimse- nerek XIV.yüzyil baslarindan itibaren varligini Rum Abdallari adi altinda sürdürdü. Zamanin kaynaklarinda adlari sik sik anilan Abdal Musa, Abdal Murad, Emirci Sultan, Geyikli Baba, Seyyid Ali Sultan, Sultan Süca, Postinpûs Baba ve Otman Baba gibi dervisler bu Rum Abdallari’ndandir.Osmanli Devleti’nin kurulus döneminde abdal, baba, dede, ahi gibi lakablar tasiyan ve Bizans topraklarinda ve Balkanlardaki fetihlerde bulunan bu heterodoks dervisler hep ön plandadir ve ilk Osmanli Sultanlarindan büyük saygi görmüs- lerdir. Bu dervisler sadece fetihlere katilmamislar, bazilari köylere ve issiz yerlere yerlesmek suretiyle tarim ve hayvancilikla ugrasarak ve zaviyeler kura- rak bu yöreleri sosyo-ekonomik anlamda canlandirmislardir. Bu zaviyelerin kurulmasi fetihleri kolaylastirdigi gibi yerli halka yeni idare arasinda da bir köprü görevi görüyor ve bu heterodoks dervislerin senkretist din telkinleri onlarin islamlasmasini da sagliyordu. Bu dervislerin XIV. ve XV. yüzyillarda Anadolu’da ve Balkanlarda yürüttükleri faaliyetlerin göstergeleri olmak baki- mindan her yerde zaviyelere, türbelere ve halâ bu dervislerin adlariyla anilan köylere vb. yerlesim alanlarina rastlamak mümkündür. XIII. yüzyildan baslamak üzere, heterodoks babalarin ve abdallarin Anadolu ve Balkanlarda zaviyeler kurmaya basladiklarini, müritleri araciligiyla etkinlik- lerini attirdiklarini görmekteyiz. Sulucakarahöyük’te Haci Bektas-i Veli Zaviyesi, Seyitgazi’de Seyyid Gazi Zaviyesi, Tekkeköy’de Abdal Musa Zaviyesi, Arslan- begli’de Sultan Sucâ’ud-Din Zaviyesi, Dimetoka’da Seyyid Ali Sultan Zaviyesi, Varna’da Otman Baba (sonradan Akyazili) Zaviyesi, Kaligra’da Sari Saltik Zavi- yesi bu zaviyelerin en taninmislaridir. Bütün heterodoks gruplar XVI. yüzyildan itibaren nasil Bektasilik bünyesinde erimislerse, daha önce Kalenderi, Yesevi, vd. akimlara mensup seyhlerin ve Rum Abdallari’nin kurduklari bu zaviyeler de XVII.yüzyila gelindiginde birer Bektasi zaviyesine dönüsmüs durumdaydilar. Bu abdal, baba gibi lakablar tasiyan dervisler önce Bati Anadolu’da ve Rumeli’de daha sonra Anadolu’nun diger bölgelerinde kurduklari zaviyelerde, Haci Bektas-i Veli kültünün ön planda oldugu esnek islami düsüncelerini yaydilar. Böylece aslinda yasadigi cagda diger bircok Yesevi, Kalenderi, Hayderi seyhlerinden biri olan Haci Bektas-i Veli, daha sonra özellikle Rum Abdallarinin cabalari sonucunda Anadolu ve Rumeli’de Türk heterodoksisinin birincil sahsiyeti haline geldi. iste bu sekilde Bektasiligin temelleri atilmis oldu. 16.yüzyildan itibaren ise giderek bütün heterodoks zümreler ve dolayisiyla onlara bagli zaviyeler Bektasilik bünyesi icerisinde girdi ve daha da güclendi. Bektasilige bugün bil- digimiz yapisini kazandiran ikinci (Pir-i Sâni) olarak kabul edilen Balim Sultan’dir. XVI. yüzyil basinda Haci Bektas Zaviyesinin basina getirilen ve Zaviyeye bagli saglam bir tasra örgütlenmesi kuran Balim Sultan, ayin ve erkân usüllerinde de degisiklikler yapmistir.
Anadolu'da Hurifilik
Orta Asya’dan baslamak üzere gelisimini anlattigimiz heterodoks islam anla- yisinin, Rum abdallarinin "pir" kabulettikleri Türkmen seyhi Haci Bektas-i Veli’ye nisbetle, nasil Bektasilik adini aldigina ve bütün heterodoks gruplarin nasil Bektasilik semsiyesi altinda toplandigina deginmistik. Burada ise hurufi- lik ve etkileri üzerinde duracagiz. Hurufilik, Esterabadli Fazlullah (Ölm. 1393) tarafindan iran (Horasan)’da kurulmustu. Kurucusu Fazlullah’inkatledilmesi sonrasi Hurufilik, Fazlullah’in bas halifesi Nesimi ve diger halifelerin cabalariyla Irak, Azerbaycan ve Ana- dolu’da yayildi. Bu halifelerden Ali-ül-Ala Fazlullah’in ölümü sonrasi Anadolu’ya gecerek Bektasi dervisleriarasina girdi. Bazi kaynaklara göre, Ali-ûl-Ala Haci Bektas tekkesinde bulunuyor, Bektasilere Hurufiligi telkin ediyordu. Hurufilik XV.yüzyilda Osmanli sarayina kadar sizmis hatta Fatih Sultan Mehmed’i bile etkilemisti. Ancak ulemanin siddetli tepkisi sonucu genc sehzadeye hurufi fikirleri asilayan kisi yakilarak öldürüldü. Bundan sonra Osmanli Devleti huru- filigin kökünü kazimaya, Kanuni Sultan Süleyman zamaninda da devam etti. Bu durum, hurufilerin bektasilerin arasina sizmalariyla, fikirlerini bektasilik perdesi altinda yaymaya calismalariyla sonuclanmis, propagandalarini ancak bu yolla sürdürebilmislerdir. Hurufilik esas olarak harflerden dinsel anlamlar cikarmaya dayanir. Hurufilik’te varligin özü sesten olusur ve Tanri harfler ara- ciligiyla insanda tecelli eder. Insan, tanrisallastirilir. Hurufiligin temeli, Tanri’nin insanda tecelli ettigi düsüncesine dayanir. Hurufiligin Alevi-Bektasi inancina etkilerini edebiyat alanindaki örneklerde(Örn. Virani Baba’nin siirlerinde oldugu gibi) acikca görmek mümkündür.
Anadolu'da Safavilik
Safevi Devleti’ni kuranlar bu Seyh Safi’nin soyundan gelenlerdir. Seyh Safi’nin müritleri arasinda sii veyasünnilerin yanisira budistler, hiristiyanlar gibi baska dinlere mensup olanlarin da bulunmasi onun mezhepler, hatta dinler üstü bir sufi oldugunu göstermektedir.
XVI.yüzyilla birlikte ise Anadolu’da Safevi propagandasi yogunlasti. Bu propa- gandanin niteligini ve Anadolu’dakietkilerini gerektigi gibi anlayabilmek baki- mindan Safevilerin soyuna ve faaliyetlerine de deginmek gerekir. Safevi adi, bu soyun atasi Seyh Safiyüddin Erdebili’ye (Ölm. 1335) dayanmaktaydi. Seyh Safi’nin Erdebildeki tekkesi daha XIV. yüzyilda oldukca ün kazanmis bir dinsel merkez durumundaydi. Erdebil Tekkesi’ne Anadolu’da dahil her yandan ziyaretciler akin etmekteydi. Bu tekkenin sayginligindan dolayi, ilk Osmanli Padisahlarinca da buraya her yil cerag akcesi adi verilen armaganlar gönderilirdi. iste Safevi Dev- leti’ni kuranlar bu Seyh Safi’nin soyundan gelenlerdir. Seyh Safi’nin müritleri arasinda sii veya sünnilerin yanisira budistler, hiristiyanlar gibi baska dinlere mensup olanlarin da bulunmasi onun mezhepler, hatta dinler üstü bir sufi ol- dugunu göstermektedir. HalbukiSeyh Safi’nin soyundan gelenler, torunu Hoca Ali’den baslamak üzere Alevi egilimli idiler. Hoca Ali’den sonra Seyh Cüneyd, Seyh Haydar ve Sah ismail de siyasal etkenlerle olsa gerek Alevilik davasini sür- dürdüler, hatta zamanzaman hüküm sürdükleri yerlerdeki sünnilere siddet uy- gulayarak, asiriya kactilar. XV. yüzyilin ortalarinda Dogu Anadolu ve iran Azerbaycani’ndaki Türk boylari, aile ici mücadeleler sonucundaErdebil’den uzaklasmis Safevi soyundan Seyh Cüneyd’in (Ölm. 1460) ve sonra oglu Seyh Haydar’in (Ölm. 1488) etkisinde kaldilar. Bu güclü Türk boylarinin Safevi soyuna olan destegi XVI. yüzyildan itibaren iyice artmis, Osmanli Devleti’nin varligini tehdit eder hale gelmis ve Osmanli Devleti bu topluluklara karsi cok sert önlemlere basvurmustur. Ana- dolu’da Safevilerin artan etkinlik ve popülaritelerini sosyo-ekonomik problem- lerin yanisira, bu heterodoks boylarin dinsel yapilarina da baglamak mümkündür. Bektasi Menakibnamelerinden anlasildigi üzere, sii motifler, Anadolu Türk hete- rodoksisinde XV.yüzyil sonlarina kadar ön planda olmadigi gibi, ates kültü, tabiat kültleri, kalip degistirme (metempsycose), tenasüh ve hulûl (incarnation) gibi siilik disi unsurlar ön plandaydi. enakibnamelerde sii motif olarak sadece, Haci Bektas-i Veli ve Kizil Deli gibi seyhlerin On iki imam soyuna baglanmasi, bulun- maktadir. Orta Asya’dan baslamak üzere Türkler’in Alevi akimlardan etkilendik- lerini biliyoruz. Ancak onlarin inanclarinda Alevi/sii motiflerin agirlikli olarak yer almasi, XVI. yüzyildan itibaren Safevi propagandasinin sonucudur. Safevi Devleti, Rumlu, Ustaclu, Tekelü ve Samlu gibi büyük Türk oymaklarinin destegiyle kuruldu. Safevi yandaslari "kizilbas" olarak adlandirilmistir. Tarihsel sürec icerisinde cok degisik anlamlarda kullanilagelen "kizilbas" adi, Seyh Haydar’in müridlerine on iki imami simgeleyen on iki dilimli tâc giydirmesi sonrasinda kul- lanilmaya baslanmistir. Böylece kullanilmaya baslanan bu sözcük, Safevileri ve ona egilimli heterodoks Türkmen boylarini nitelemek üzere, Kizilbas Türkler, Kizilbas askeri (ordusu), Kizilbas begleri, Kizilbas boylari, Kizilbas devleti sekil- lerinde yaygin olarak kullanildi. Bunun yani sira Osmanli kaynaklarinda bu ad bir kücümseme, kötüleme araci olarak da kullanildi. Osmanli Devleti, Safevilerle olan siyasal mücadelesinde bir psikolojik savas araci olarak kullanmak üzere "kizilbas" sözcügüne "ahlaki yönden bozuk olma" anlamini yük lemistir. Ayrica kizilbas sözcügünün Osmanli Devleti ve sünni halk tarafindan bu sekilde bir asagilama araci olarak kullanilmasi, bu gruplarin kendilerini "Alevi" olarak nitelemelerine yol acmistir. Oysa yerli ve yabanci bircok arastirmada degi- nildigi üzere bu kizilbas Türk boylari dinsel ve ahlaki kurallara baglilik konusunda oldukca muhafazakârdir. Sah ismail’in adi gecen Türkmen boylarinin destegiyle ve izledigi cok akillica siyaseti sonucunda XVI.yüzyilinbasinda iran’a hakim olmasiyla Safevi Devleti kurulmus oldu. Sah ismail daha önce Seyh Cüneyd ve Seyh Haydar’in Anadolu ve iran bölgelerindeki Türkmen boylari kazanma siyasetini daha da gelistirdi ve halifeler yani propagandaci dervisler araciligiyla Oniki imam Siiligini, bu göcebe/yarigöcebe heterodoks boylar arasinda yaydi. Ancak Oniki imam Siiligi klasik bicimiyle degil, heterodoks boylarin tenasüh, hulül gibi eski inanclariyla uygun bir sekilde onlara sunuldu. Kerbela Matemi kültü, Ehl-i Beyt dostlarina sevgi (tevella) ve Ehl-i Beyt düsmanlarina lanet (teberrâ) Safevi propagandasinin temelini olusturdu. Zaten, toplumsal acidan merkeziyetci yönetim yapisina Sel- cuklulardan bu yana uyum saglayamayan, yerlesiklige karsi direnen ve bu di- rencini zaman zaman ayaklanmalar seklinde sergileyen heterodoks kitlelerin icerisinde bulunduklari sosyal ortam Safevi propagandasina oldukca müsaitti. Babai isyaninda da gördügümüz "Mehdi bekleme" inanislarini da muhafaza etmekteydiler. Bu kosullarda ortaya cikan Sah ismail onlarin gözünde adeta bir kurtarici, bir "Mehdi" konumundaydi. Kizilbas (Alevi) Dedeleri nezdinde seyyid olan Sahlar, mürsid; halifeler ise onlarin vekilleri idi. Safevi soyu gibi onlar da ocakzade ve seyyid idiler. Kizilbas Dedeleri ile mürsid kabul ettikleri Sahlar ara- sindaki baglanti iste böyle saglam ve kutsal esaslara dayanmaktaydi. Bu neden- ledir ki Anadolu halki seve seve canlarini sahlari ugruna feda etmekten cekinmiyor, deyislerinde Hz. Ali’nin "don degistirmis sekilleri olan sahlara bagliliklarini cos- kulu bir sekilde söyle haykiriyorlardi: Ey yezit gecersen Sahin eline Zülfikarin calar senin beline Edeple girdik biz Kirklarin yoluna Kizilbas mi dersin söyle bakalim ‘ Magripten cikar görünü görünü Kimse bilmez evliyanin sirrini Koca Haydar Sah-i Cihan torunu Ali nesli güzel imam geliyor Kizilbaslarin büyük önderi Sah ismail "vekil" veye "halife" adli aracilariyla, Anadolu’da faaliyetlerde bulunuyor, onlari Yezid düzeni olarak kabul ettigi Osmanli idaresine karsi yönlendiriyordu. Zaman zaman, kizilbas halk kitle- lerinin bu halifeler araciligiyla Anadolu’dan göc ettikleri de görülmekteydi. Yine bu halifelerin faaliyetlerinin bir sonucu olarak, baska etkenlerden de kaynaklanan Osmanli idaresini sarsan irili ufakli ayaklanmalari da zikretmek gerekir. Ancak bu isyanlarda sosyo-ekonomik sorunlarin rolünü de unutma- mak gerekir.Sahkulu Baba Tekeli, Nur Ali Halife, Bozoklu Celal, Baba Zünnun ve Kalender Çelebi gibi ayaklanmalar, kizilbas türkmen kitlelerin mürsidleri/ dedeleri kabul ettikleri Sahlari ugruna gerceklestirilmis ayaklanmalardi. Ana- dolu’nun her yanina yayilmis bu kitlelerin Sahlara olan kutsal bagliliklari Osmanli Devleti’nin varligini tehdit eder bir duruma ulasmisti ve Osmanli cok siddetli sürgünler vb. önlemlere basvurdu. Ancak tüm bu önlemler Anadolu’nun önemli bir bölümünü olusturan halk kitlelerinin, Sah’a bagliliklarini azaltmak söyle dursun,bu bagliligi daha da artirdi ve yogun baski politikasinin yanisira, bu kitlelere yönelik psikolojik bir kampanya baslatmasina da yolacti. Bu kam- panya Yavuz Sultan Selim döneminde iyice siddetlendi.Yavuz tarafindan "Safevilerin Osmanli ülkesinde olan faaliyetlerinin önü alinmak gerektiginden, memlekette ne kadar Sah ismail yandasi var ise onlar katl ve idam edilerek, sonra iran üzerine sefer olunsun" diye irade buyurularak, dönemin sünni ulema- sindan bu konuda fetva istenmistir. Müftü Nureddin Hamza Saru Görez’in fetva- sinda ve ibn Kemal’in risalesinde Sah ismail’in askerlerinin ve yandaslarinin öl- dürülmelerinin caiz, mallarinin helal ve nikahlarinin ise batil oldugu belirtiliyor, onlara karsi yapilacak savaslarin cihad sayilacagi vurgulaniyordu. Bundan sonra Yavuz harekete gecti ve Anadolu’da yapilan incelemeler sonucunda saptanan onbinlerce kizilbasin kimi idam, kimi hapis, kimi de sürgün edildi. Böylece Anadolu’daonbinlerce kizilbas türkmen cesitli iftiralar ve suclar yüklenmek suretiyle öldürüldüler, sürüldüler, hapsolundular. Anlasilacagi üzere Osmanli-Safevi mücadelesi Anadolu’da büyük yikima yolacti. Oldukca yipratici savaslar, bu savaslarda tahrip olan yerler, yok olan binlerce insan, iran, Anadolu ve Balkanlar’dayasanan sürgünlerle yasanan nüfus hareketleri bu yikimin sonuclarindandir. Osmanli-Safevi mücadelesinin en kalici sonucu ise, bugün de Türkiye’de cok önemli ve tahrike müsait bir konu olan Alevi-Sünni problemini, kizilbas, rafizi ve yezit gibi nitelemeleri miras almamiz oldu. Sah ismail’in Anadolu’daki faaliyetleri sonucunda, konunun uzmani Prof. A.Y.Ocak’in deyisiyle "Türkmen heterodoksisi, Alevilik sekline..." dönüstü. Sah ismail’in Anadolu’nun en uzak köselerine kadar ulasan halifeleri Aleviligin inanc esaslarinin yazili oldugu kitaplari da bera- berinde tasimaktaydilar. Bu kitaplar bugün olmus Alevi evlerinde bulunmakta olup, "Buyruk" adiyla bilinirler. Sözlü gelenegin hakim oldugu heterodoks boylara bu yazilibilgilerin ulasmasi oldukca önemli bir yenilik olmustur. Safevi propagandasi ile birlikte bu topluluklarin ortak sosyal ve dinsel düzenlemelere tabi tutuldugu görülüyor. Sah ismail ve halifeleri, Anadolu’nun dört bir yaninda yasayan ve sözlü gelenegin hakim oldugu bu heterodoks gruplarin toplumsal yasamlarinda ve inanc esaslarinda deyim yerindeyse bir standardizasyon saglamislardir. Dedelik kurumu da dahil, bugün bilinen Aleviligin sosyal ve dinsel yapi- lanmasi, hic kuskuya yer vermeyecek bicimde, heterodoks Türk boylarinca kurulan Safevi Devleti’nin üstün nitelikli önder sahsiyeti Sah ismail döneminin ürünüdür.
1826'ya Kadar Alevilik
Yogun baskilar ve catismalar bu insanlarin ulasilmasi güc cografi alanlara gitmelerini zorunlu hale getirmisve buralarda devlet düzenine uzak ve yabanci, kendi sosyal ve dinsel gereksinimlerini karsilamak üzere bir toplumsal yapilanma ortaya cikmistir
XVI. yüzyilin sonlarina gelindiginde Anadolu’da Alevilik veya o dönemdeki adiyla "Kizilbaslik" organizasyonunutamamlamis, sosyal ve dinsel kurum ve kurallari bugün bilinen görünümünü kazanmis durumdaydi. Varolan devlet düzeni ile Anadolu’ya göclerin baslamasindan bu yana sorunlu olan genel olarak kizilbas adiyla anilanve özelde tahtaci, cepni gibi alt gruplardan olusan bu heterodoks kitlelerin Safevi Devleti’nin ortaya cikisinda önemli katkilari olmus, bu olusumu canla basla desteklemislerdir. Babailer ayaklan- masi(1240) ile baslayan merkezi iktidarla yasanan onlarca sürtüsme Sah ismail’in ortaya cikisiyla doruk noktasina varmis ve Sah ismail’in Çaldiran Ovasi’nda yenilmesi ile siddetini yitirmis, kizilbaslarin Osmanli’ya direnci icin icin yasamaya devam etmistir. Bu yenilgi sonrasi Osmanli ile zaman zaman yasanan catismalar yerini bu kitlelerin oldukca disiplinli bir sosyal ve dinsel kapali bir cemaat hayati sürmeleri sürecine birakmistir. Bu sürecte hem cografi hem de sosyal marjinallesme yasanmistir. Yogun baskilar ve catismalar bu insanlarin ulasilmasi güc cografi alanlara gitmelerini zorunlu hale getirmis ve buralarda devlet düzenine uzak ve yabanci, kendi sosyal ve dinsel gereksinimlerini karsilamak üzere bir toplumsal yapilanma ortaya cikmistir. Daha cok köyler seklinde olan bu yapilanma ayni zamanda bir- birleriyle de iletisim halinde olan bir organizasyona da sahiptir. Bu iletisim agi sayesindedir ki örnegin Toroslar’da, Elbistan’da, Erzincan’da ve Aydin’da, yani birbirinden oldukca uzak yörelerdeyasayan kizilbaslar arasinda öz baki- mindan farkli yönler bulunmamaktadir. Bu durum büyük ölcüde o dönem- lerde bilgiyi adeta tekellerinde bulunduran ve bu bilginin iletisimini saglayan Dedeler ve en önemli bilgi kaynaklari olan elyazmasi "buyruk" kitaplari sayesindedir. Belli zamanlarda köy köy dolasarak taliplerini ziyaret eden ve sorunlarini cözen Dedeler dinsel konularinyanisira hukuksal konularda da basvuru makamiydi. Mesela Dersim’de Dedeler silahsiz dolasirlar, birbirleriyle catisan asiretleri ancak onlarin kutsal gücleri durdurabilir, onun cözümüne razi olurlardi. Demek ki XVI. Yüzyildan cumhuriyet’in kurulusuna kadar Aleviler yukarida özetlemeye calistigimiz kosullardayasamislardir. Bu zaman icerisinde Osmanli idaresi onlari hep potansiyel bir tehdit olarak görmüs, dindisi ve ahlakdisi saymis, hatta yoksaymistir. Osmanli onlari yoksaydigindan ve en alcaltici iftiralari(mumsöndü) sünnikitlelere asiladigindan dolayi onlar da deyim yerindeyse baslarinin caresine bakmislardir. Yezid düzeni saydiklari Os- manli idaresi ile her türlü baglantiyi kesmisler, inanc ve adetlerini disariya kapali bir sekilde yüzyillarca yasatmayi basarmislardir. Bu basari da süp- hesiz sözlü gelenegin, coskulu edebiyatlarinin payi büyüktür.
Bektasiligin Yasaklanmasi
II. Mahmut yönetimi’nin uyguladigi baski altinda tekkeleri tahrip edilen, önder ve mensuplarindan bir kismi idam bir kismi sürgüne gönderilen Bektasiler varliklarini sürdürebilmek icin iki yoldan birini secmek zorunda kalmislardir
YENiÇERi OCAGI’NIN KALDIRILMASI VE BEKTASiLiGiN YASAKLANMASI
Yeniceri Ocagi’nin kaldirilmasi ve ardindan Bektasiligin yasaklanmasi da Alevi-Bektasi tarihi bakimindanönemli olaylardandir. Bu olaylardan daha cok sehirlerde yasayan Dedebabalara bagli bektasiler etkilenmislerdir. Köylerde yasayan aleviler daha önce belirtildigi üzere zaten devletin etki alani disinda bulunmaktaydilar.Yeniceri Ocagi’na daha kurulusundan itibaren hakim olan disiplin ve itaat bu kurumu döneminin en mükem- mel ordusu haline getirmisti. Bilindigi üzere Yeniceri Ocaginin kurulusunda Rum Abdallarinin büyük etkisioldugundan Haci Bektas Veli ocagin piri olarak kabul edilmisti. O dönemlerde her sanatin ve kurulusun bir piri oldugundan hareketle Yeniceri Ocagi da bu töreye uyarak Haci Bektas Veli’yi pir kabul etmisti. Yeniceri Ocagi Haci Bektas Veli’nin Hakka yürümesinden sonra kurulmustu. Ocak ile Bektasilik arasinda14. Yüzyilin ikinci yarisinda kurulusundan bu yana, yakin iliskiler bulunmaktaydi. Bektasi Babalari sürekli Yeniceri birlik- lerine eslik ederlerdi. Her Yeniceri birliklere katilmadan önce Haci Bektas yoluna uyacagina dair yemin ederdi. Kücük Osmanli Beyligi’nin koskoca bir imparatorluga dönüsmesinde önemli katkisi olan Yeniceri Ocagi,devletin zayiflamasina kadar hep övgüyle anilan bir kurumdu. Ancak özellikle 18. Yüzyil sonrasinda devletin sürekli toprak kaybetmesi ve sosyo-ekonomik olumsuzluklardan dolayi suclanan da yine bu kurum oldu. II. Mahmut Saray Hocasina danisarak Yeniceri Ocagi’nin kal- dirilmasina karar verdi. Ocaginkaldirilmasi sirasinda binlerce yeniceri öldü- rülürken, binlercesi de sürgün veya hapsedildi. Öyle ki yenicerilerinin mezartaslarina dahi saldirildi.Yeniceri Ocagi’nin kaldirilmasi sonrasi sira Bektasilerin ve Bektasi dergahlarinin yokedilmesine gelmistir. Bunun gerek- cesi ise cok basitti: Yeniceri Ocagi ile olan manevi ve düsünsel baglari. Ülkenin icinde bulundugu siyasal ve sosyo-ekonomik cöküntünün faturasi önce Yeni- ceri Ocagina, sonra da Bektasilere ve dergahlarina kesilmisti. 8 Temmuz 1826’da Topkapi Sarayi’nda bulunan Agalar Camisi’nde toplanan dönemin alim ve tarikat seyhlerinin katildigi bir toplantiyla Bektasilere ve Dergahlarina yönelik imha karari verildi.Bektasilik yasaklandi. Bektasi Babalari ya sürgün ya idam edildi. Bektasilerden bosalan bütün mevkilere Naksibendiler atandi. Bektasi dergahlarinin tamamina yakini kapatildi, ülke icerisinde yüzyillardir bu tarikate ve tekkelerine vakfedilmis bütün emlak ve arazi devlet hazinesine devredildi. Rumelihisari, Öküzlimani, Karaagac, Yedikule, Sütlüce, Eyüp, Üsküdar, Merdi- venköy Sahkulu ve ÇamlicaBektasi dergahlari yiktirildi. Yalniz türbelere doku- nulmadi. Bektasilige ait ne kadar yazma eser, esya varsa el konuldu. Bektasi Babalarinin kimisi sürgün, kimisi idam edildi. Anadolu’daki Bektasi tekkelerinin kapatilmasi icin de Anadolu’ya devlet görevlileri gönderildi. Bütün bektasiler bu siddet ortaminda kiyafet ve kimliklerini gizleyerek köselerine sindiler. John Kingsley Birge’nin de belirttigi gibi, bir süre tüm Bektasiler o denli asagi- landilar ki, herhangi birine kini olan birisinin ona bir kötülük yapilmasi icin Bektasilikle suclanmasindandaha etkili bir yol yoktu. II. Mahmut yönetimi’nin uyguladigi baski altinda tekkeleri tahrip edilen, önder ve mensuplarindan bir kismiidam bir kismi sürgüne gönderilen Bektasiler var- liklarini sürdürebilmek icin iki yoldan birini secmek zorunda kalmislardir: istanbul, hatta Anadolu disina cikmak veya diger tarikatlerin tekke ve kisveleri altina siginarak yasama sansina kavusmak. Nitekim bu olaydan sonra Bektasiligin merkezi Arnavutluk olacak ve bugünkü Türkiye sinirlari icerisinde, özellikle istanbul ve cevresinde kalan Bektasiler kendilerine Melamilik, Halvetilik ve Rifailik gibi baska tarikatler icinde barinma olanagi arayacaklardir. Bektasilige yönelik bu terör ortami II. Mesrutiyettensonra özellikle I. Abdülmecid (1839-1861) döneminde sonlanmistir denilebilir. Kaynaklardan anlasildigi üzere Bektasi dergahlari naksi dergahi adi altinda yeniden acilmaya baslanmistir.Tanzimattan sonra Naksi tekkesi adi altinda acilmis dokuz Bektasi tekkesi sunlardir: 1.Merdivenköyünde Sahkulu Tekkesi, 2.Çamlica Tekkesi, 3.Eyüp’de Karyagdi Baba Tekkesi, 4.Sütlüce’de Karaagac Tekkesi, 5.Kazlicesme Tekkesi, 6.Rumelihisarinda Nafi Baba Tekkesi, 7.Topkapi disinda Takkeciler Tekkesi, 8.Sütlüce’de Bademler Tekkesi, 9.Basibüyükde Dilaver Baba Tekkesi. XIX. yüzyilin baslarina gelindiginde bektasilige karsi yumusamanin etkisiyle olacak, bektasilikle ilgili basiliyayinlarda adeta bir patlama yasandi. ittihat ve Terakki iktidari döneminde Türkiye’deki farkli mezhep ve tarikatlere mensup insanlarin sosyo-kültürel ve dinsel yapilarinin incelenmesi amaciyla uzmanlar görevlendirildi ve bu uzmanlar raporlarini hazirladilar. Gercekten de sözü edilen dönemde o zamana kadar ele alinmayan Anadolu’da yasayan farkli irk, mezhep ve dil özelliklerine sahip bulunan topluluklarin devlet tarafindan ince- lenmek istenmesi takdir edilmesi gereken bir cabadir.
Kurtulus Savasinda Alevilik
Haci Bektas Dergahi, Mustafa Kemal ve diger heyet üyelerine cok sicak davrandi. Daha önce ittihat veTerakki Cemiyeti'nin güclü isimleri Enver ve Talat Pasalar da iktidara geldikten sonra da, Haci BektasDergahi'ni ziyaret etmisler ve Çelebi onlari Dergah Selamligi'nda karsilamisti Osmanli Devleti’nin yoksaydigi Alevilerin, ülkenin icinde bulundugu isgal ortamindan kurtulabilmesi ve padisahlik rejiminin degisecegi ümidiyle Anadolu’da bagimsizlik savasini yürüten Mustafa Kemal Pasa’nin basinda oldugu harekete destek vermeleri cok normaldir. Mustafa Kemal Pasa ve bagimsizlik savasini yürüten arkadaslari Alevilerin sayica ne kadar önemli oldugunun ve yüzyillardir sünni Osmanli idaresine olan muhalefetlerinin bilincindeydiler. Bu amacla onlari kazanmak icin grisimlere basladilar. Mustafa Kemal Pasa,26 Haziran 1919 tarihinde Konya II. Ordu Müfettis- ligine su sifreyi yolladi: Tokat ve cevresinin islam nüfusunun % 80'i, Amasya cevresinin de önemli bir bölümü Alevi mezhepli ve Kirsehir'de Baba Efendi hazretlerine cok bagli- dirlar. Baba Efendi, ülkenin ve ulusal bagimsizligin bugünkü güclüklerini görmekte ve yargilamakta gercekten yeteneklidir. Bu nedenle, güvenli kimseleri görüstürerek kendilerinin uygun gördügü "Ulusal haklari koruma" ve "Baska ülkeye baglanmama"derneklerini destekleyecek birkac mektup yazdirilarak buralardaki etkili Alevilerin Sivas'a gönderilmesini pek yararli görüyorum. Bu konuda icten yardimlarinizi dilerim. 3. Ordu Müfettisi Fahri Yaver Mustafa Kemal Sivas Kongresi sonrasi bagimsizlik savasina merkez olarak Ankara secilmisti. Bu kongrenin yürütmeorgani durumunda olan Temsil Heyeti Ankara'ya git- meden Hacibektas'a ugrayip bu nüfuzlu merkezin kesin destegini saglamak istiyordu. Atatürk'ün yaninda Hüseyin Rauf, Mazhar Müfit, Hakki Behic, Ahmet Rüstem Beyler vardi. 21-22 Aralik'ta Mucur'da kalan heyet Mucur Kaymakami Cevat Bey'i de alarak 23 Aralik 1919 günü Hacibektas'a geldi. Haci Bektas Dergahi, Mustafa Kemal ve diger heyet üyelerine cok sicak davrandi. Daha önce ittihat ve Terakki Cemiyeti'nin güclü isimleri Enver ve Talat Pasalar da iktidara geldikten sonra da, Haci Bektas Dergahi'ni ziyaret etmisler ve Çelebi onlari Dergah Selamligi'nda karsilamisti. Cemalettin Çelebi, Atatürk'ü Bestaslar'da karsiladi. Buraya siyah kupa bir arabayla gelmis, Atatürk'ü vediger heyet üyelerini konaga götürmüslerdi. Cemalettin Efendi'nin oglu Hamdullah Efendi'nin odasinda bir "Cem" düzenlendi. Atatürk Hacibektas'dabir gece kaldi. 24 Aralik'ta heyet Dergahi gezdi. Haci Bektas Veli Türbesi ve diger önemli yerler ziyaret edildi.Sonra o sirada Dedebaba postunda oturan Salih Niyazi Baba ziyaret edildi. Dergahta Atatürk, Cemalettin Efendi, Salih Niyazi Baba ve diger ileri gelenlerle özel bir toplanti yapildi. Bu toplantida bagim- sizlik savasi konusuldu.Hacibektas görüsmesinde en ilginc konusmayi sonradan Veliyettin Çelebi söyle aktarmistir. " Çelebi Cemalettin Efendi Mustafa Kemal Pasa'ya 'Pasa Hazretleri cesaretli ve basiretliidarenizde Türk Milletinin düsmani kahrede- cegine inancim sonsuz.Yüce Allahin milletimize müyesser edecegi zaferden sonra Cumhuriyet ilani düsünüyor musunuz’ Mustafa Kemal Pasa bunun üzerine "O mutlu günün ilanina kadar aramizda kalmak kaydiyla, evet Çelebi Efendi Hazretleri " diye yanitliyor. Savas sirasinda ayni yardimlarin yanisira Dergah kasasinda bulunan 1800 altin lira da verilmistir. BagimsizlikSavasi sirasinda Alevi-Bektasi kitleler tam destek vermislerdir. Atatürk'ün Haci Bektas Dergahi'nin nüfuzuna oldukca önem verdigi görülüyor. Bütün gelismeler Haci BektasÇelebisi'ne hemen bildiriliyor. Atatürk bunu NUTUK'ta söyle belirtiyor:" 2 Ocak 1920 günü cemiyetin merkez kurullarina ve Hacibektas'ta Çelebi Cemalettin Efendi'ye, Mutki'de Haci Musa Bey'e ayrica bir bildirim yaptik. " Cemalettin Çelebi, TBMM calismalarina hastaligi nedeniyle katilamamis, ancak halki kurtulus Savasi'na destek vermeye cagiran mektuplar tasiyan ulaklar yurdun dört bir yanina gönderilmistir. Mustafa Kemal Atatürk özel doktoru ve baska doktorlar Çelebi'nin tedavisi icin görevlendirmisti. Cemalettin Çelebi 1922'de vefat edince yerine kardesi Veliyettin Efendi celebi Postuna (29. Çelebi) oturdu. ikinci TBMM'nin acilisi sirasinda (25 Nisan 1923) Veliyettin Çelebi de yayinladigibildiri ile Atatürk'ü acikca destekliyordu. Maras Miletvekili Prof. Hasan Resit Tankut da CHP'ye sundugu 19 Mart 1949 tarihli raporda Alevilerin cumhuriyet rejiminin yaninda olduklarini belirtmek- tedir. Bu arada Atatürk’ün Alevi-Bektasi olan yakin calisma arkadaslarindan bazilari sunlardir: Cemalettin Efendi'yi (Kirsehir Mebusu) TBMM Baskanvekilligine, Albay Hüsamettin Ertürk'ü Gizli Haberalma Örgütü'nün basina, ikisi de bektasi babasi olan Dr. Ragip Evrensel'i özel doktorluguna, Ali Naci Baykal'i PTT Gizli sifre amirligi'ne getirmisti. Sonraki Çelebi Veliyettin Efendi'yle de yakin dostluk kurmus milletvekili olmasi icin israr etmisti.
Cumhuriyet Döneminde Alevilik
Tarihte yasanmis aci olaylarin izleri hafizalardan silinmeden yasanan, inanc farkliligina dayali baskilar ve kiyimlar Aleviler’in cumhuriyet idaresinden de umdugunu bulamadigi düsüncesini güclendirmektedir.
Aleviler yüzyillarca Osmanli idaresinden baski görmüs bir topluluk olduk- larindan yeni cumhuriyet idaresinicoskuyla karsiladilar. Cumhuriyetin ilk yillarinda gerceklestirilen reformlar ise onlari bütünüyle olmasa da memnun eden reformlardi. Egitim birligi yasasi, yeni alfabenin kabulü, seyhülislamlik kurumunun kaldirilmasi, kadin-erkek esitligine yönelik düzenlemeler, hali- felik kurumunun kaldirilmasi ve laik esaslara dayali bir hukuk sistemine yö- nelinmesi Alevileri hosnut eden gelismelerdendir. Ancak Alevileri üzen gelismeler de yasanmadi degil. Bunlardan 1921’de meydana gelen Kocgiri olaylarindayogun siddet uygulandi. Yine 1925’te tekke ve Zaviyelerin kapatilmasi ile de Aleviler olumsuz yönde etkilendiler. Alevilerin toplanma yerleri genellikle tekkelerinin ve ocaklarinin bulundugu yerlerdi. Sünniler bu yerlerkapatilinca camilerde ayni islevleri görürlerken Aleviler böyle bir olanaktan yoksun kaldilar ve ibadetlerini yine gizli yürütmek zorunda kaldilar. Son olarak 1937’de Dersim Olaylari sirasinda da o zamanki idarecilerin oldukca basiretsiz tutumlari nedeniyle bircok masum insan acima- sizca yokedildi. Bu olay sonrasinda aralarinda Dedelerin de bulundugu bircok insan sürgün edilerek Dersim adi Tunceli’ye dönüstürüldü. Aleviler bütün bu olumsuzluklara karsi tepkilerini, ilk baslarda halka yakin bir görüntü sergileyen Demokrat Parti’ye oy vererekgösterdiler. Ancak 1950’lerin ortalarina gelindigin- de Demokrat Parti’nin dini politikaya alet eden ve sünnileri kullanmaya yönelik politikalari üzerine Aleviler 27 Mayis hareketini desteklediler. Özellikle 1960’lar Türkiye’de kirdan kente dogru yogun göc akiminin basladigi bir dönemdir. Bu göc akimi sonrasinda sadece büyük kentlere degil, basta Almanya olmak üzere dünyanin degisik ülkelerine de yogun bir isgücü göcü yasandi. Yine 1960’lardan itibaren Türkiye’de sol akimlar yayginlik ve etkinlik kazandi. Aleviler de agirlikli olarak solhareketlere destek verdiler. Bu dönemde özellikle genc kusaklar Alevilik inanc ve geleneklerini kücümseme egilimine girdiler. Giderek Alevilikle ilgili bilgilerden uzaklastilar, Cemler gittikce daha az yapilir olmaya baslandi. Bu dönemde de Alevilik daha cok sözlü gelenegin yasaticisi ozanlar ve asiklar tarafindan yasatilmaktaydi. Asik Veysel, Asik Daimi, Feyzullah Çinar, Davut Sulari ve Mahmut Erdal bu gelenegin temsilcilerinin bazilaridir. Ayrica az sayida ve akademik alanda olmasa da cesitli kitaplarin yayinlandigini görmekteyiz. Yüzyillardir yazili gelenegin tasidigi Aleviligin yazili kültüre gecisi tabiki birden olamazdi. Alevilik alaninda 1980’li yillara gelene dek yayin faaliyeti agirlikli olarak, deyisler ve nefeslerin "divanlarin; tarihi romanlarin, buyruk hüsniye, vilayetname" gibi kitaplarin üzerinde yogunlasti ve özellikle halk katinda bu tür calismalar ragbet gördü.1960’lardan sonra da Alevîlik-Bektasîlik konusu ne yazik ki üniversitelerin ve devletin ilgisinden mahrum kalmayi sürdürdü. Anadolu’nun bu essiz inanc ve kültür hazinesine layik oldugu deger verilmedi. 1960’li yillarin ikinci yarisindan itibaren Alevilerin, CEM (Abidin Özgünay), EHLIBEYT (Dogan Kilic SeyhHasanli) ve GERÇEKLER (Mehmet Yaman) adli süreli yayin organlarini cikardiklarini görüyoruz. Bu konuda öncü sayila- bilecek bu yayin organlari fazla ömürlü olamamislar, ekonomik sorunlardan dolayi kapanmak zorunda kalmislardir.Yine 1960’li yillarin ikinci yarisindan sonra Türkiye siyasal yasamina Alevilerce kurulmus bulunan Birlik Partisi katildi. Bu parti bir grup Alevi kökenli siyaset adaminca 17 Ekim 1966’da kuruldu ve baskanligina Hasan Tahsin Berkman getirildi. Birlik Partisi’nin amblemi Hz. Ali’yi simgeleyen biraslanla, onun cevresinde Oniki imami simgeleyen oniki yildizdan olusuyordu. Parti programinda din ve vicdan özgürlügü vurgulaniyor, kamu düzenine, genel ahlaka ve yasalara aykiri olmayan ibadetlerin serbest birakilmasi isteniyordu. 1967’de genel baskanliga Hüseyin Balan getirildi. Birlik Partisi 1969 secimlerinde % 2.8 0y orani ile 8 milletvekilligi kazandi. Daha sonra Millet Partisi’ndenistifa eden 2 milletvekili de Birlik Partisi’ne katildi. 1969 Kasiminda parti baskanligina Mustafa Timisi secildi. 1970’de Birlik Partisi’nin bazi milletvekilleri Adalet Partisi’ne gecti. Bu milletvekilleri partiden ihrac edildiler, ancak kamuoyunda partinin imaji büyük bir darbe aldi. Parti 1973’te Türkiye BirlikPartisi adiyla girdigi secimlerden sadece bir milletvekilligi elde edebildi. Daha sonraki secimlerdeoy orani sürekli düstü ve 1977’den sonra siyasal etkinligini tümüyle yitirdi. Aleviler gerici ve irkci saldirilardan Cumhuriyet döneminde de nasibini aldi. 1978'deki Maras ve 1980’deki Çorum Olaylari bunlarin Türkiye tarihine bir kara leke olarak gecen en kanlilarindandir. Yüzlerce insanin öldügü ve göcettigi bu olaylar sirasinda devlet yurttaslarini, gözü dönmüs irkci ve gerici saldirganlara karsi koruyamamis üstelik suclular kisa süre sonra serbest birakilarak, bazilari milletvekili bile olabilmislerdir. Süphesiz Aleviler yasanan bu olaylarla Osmanli dönemindeyasananlar arasinda paralellik de kur- maktadirlar. Tarihte yasanmis aci olaylarin izleri hafizalardan silinmeden yasanan, inanc farkliligina dayali baskilar ve kiyimlar Aleviler’in cumhuriyet idaresinden de umdugunu bulamadigi düsüncesini güclendirmektedir.
1980 Sonrasi Alevilik
Seksenli yillarin sonlarina dogru Alevilik derlenip toparlanmis ve yeniden örgütlenmeye baslamistir.Alevilik konulu yayinlarda adeta bir patlama yasanmis, bircok yayin organi cikarilmaya baslanmistir. Bunlar arasinda Alevilerin Sesi, Cem, Nefes, Kervan, Yurtta Birlik, Pir Sultan Abdal ve Gönüllerin Sesi sayilabilir. Avrupa’da ve Türkiye’de Dernekler, Vakiflar ve Dergahlar olmak üzere üc degisik cati altinda örgütlenme hareketleri yogunluk kazanmistir. Bu olumlu gelismeler sonrasinda Alevilerin bilincli bir sekilde örgütlenmeleri ve güclenmelerinden rahatsiz olan kimi odaklar devletin beceriksizligindende yararlanarak Sivas ve Gazi Olaylarini tezgahlamislardir.Bu dönemde de Alevilerin ve onlarin gerek- sinimlerinin devlet tarafindan dikkate alindigini söylemek mümkün degildir. Ancak yine devlet yükselen siyasal islam karsisinda Alevileri ileri sürmekten de geri kalmamaktadir. Devlet cok yanlis olarak, milyonlarca Alevinin yüzyillar boyunca ihmal edilmis haklitaleplerini karsilayacagi yerde, 80’li yillarda güc- lenmesine destek verdigi siyasal islamci gruplarin kontrol edilebilmesi icin Alevileri kullanma yoluna gitmektedir. Cumhuriyetin kurulusundan bu yana devletin din islerini yürüten Diyanet isleri Baskanligi sadece SünniHanefi mezhebine mensup yurttaslarin gerek- sinimlerini karsilayan bir kurum olmustur. Zaman zaman bu kurumun bas- kanlari ve görevlileri Alevileri itham edici, kücümseyici aciklamalarda da bulunmuslardir. Son yillarda Diyanetin de devletin politikalarina uyarak carkettigini görüyoruz. Diyanet bu politika degisikliginin dogal bir sonucu olarak Alevilik konusunda cesitli toplantilar düzenlemis Aleviligi kendi sakat anlayisi dogrultusunda yönlendirmeye ve Aleviligi kendi görüsleri dogrultusunda tanimlamaya calismistir.Oysa Diyanet’in Aleviligi nasil tanimladiginin Aleviler icin hicbir önemi yoktur. Diyanet isleri Baskanligi ya Anadolu’daki Aleviler’in inanc ve düsüncelerine saygi duyarak dayatmaci mantigini terkederek onlariolduklari gibi kabul edecek , ya da bu zamana kadar yaptigi gibi milyonlarca Alevi’yi görmezden gelmeye devam edecektir. Örgütlenme konusunda sunlari söyleyebiliriz : 1990’li yillara gelinceye kadar ki dönemde Alevilerin sinirlibir derneklesme cabasi icerisinde bulunduklarini görüyoruz. Bu derneklerden en eskileri ve en bilinenleri Haci Bektas Veli ve Karaca Ahmet Dernekleridir. Sahkulu Dernegi ise seksenli yillarin ortalarinda kurulmustur. Yine bu dönemde belirli yöre ve köy derneklerinin de kurulduklari görülmektedir.1990’li yillarla birlikte derneklesme faaliyetlerinde de büyük artis görüldü. Bugünkü durumuna gelmesinde devletin de büyük katkisi olan siyasal- lasmis sünni islam’in neredeyse kontrol edilemeyecek bir duruma erismesinin de, Alevilerin derneklesme, vakiflasma türü faaliyetlerini hizlandirdigi söylenebilir. "Sivas Olayi", "Karacaahmet Cemevi’nin Yikilmasi" ve "Gazi Olayi" gibi kriz zaman- larinin ve bu olaylarin toplumdaki yansimalarinin da Alevileri inanc ve kültür alaninda birlestirdigi, birlikte hareket etme güdüsünü asiladigini gözlemekteyiz. Pir Sultan Abdal Kültür, Pir Sultan Abdal Canlar, Haci Bektas Veli ve diger adlar altinda yüzlerce dernek hem büyük sehirlerde hem diger sehirlerde subeler ve merkezler seklinde kurulmus bulunmaktadir. Yöresel derneklerin sayisinda da hizli bir artis yasanmaktadir.Son zamanlarda ise vakiflasma faaliyeti yogunlas- mistir. Bu vakiflar arasinda sunlar sayilabilir : Semah Vakfi, Haci Bektas Veli Anadolu Kültür Vakfi, Ehli Beyt Vakfi, Sahkulu Sultan Külliyesi Mehmet Ali Hilmi Dedebaba Arastirma, Egitim ve Kültür Vakfi, CEM(Cumhuriyetci Egitim ve Kültür Merkezi) Vakfi . Önümüzdeki günlerde de bircok vakif ve dernegin kurulacagini söylemek yanlis olmaz.Yine Avrupa ülkelerinde kurulmus iki yüzü askin Alevi dernegi bulunmaktadir. Bu kuruluslarin tamamina yakini su anda Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu (AABF) catisi altinda bulunmakla birlikte AABF’ye bagli olmayan dernekler de bulunmaktadir.Yurtici ve yurtdisinda yasayan bu örgüt- lenme faaliyetlerini kisaca sunduktan sonra simdi de genel olarak sorunlari belirtebiliriz. Alevi örgütlenmesinin yasadigi sikintilarda su genel egilimler göze carpmaktadir. Son tahlilde bu sikintilarin "temsil" ve bununla ilintili "mesruiyet" olgulari ile baglantili olduklari görülmektedir. Bu nedenle aslinda bütün dernek ve vakiflarca desteklenmesi gereken cesitli girisimler, karsilikli cekememezlik, Alevilige iliskin yorum farkliliklari ve girisimci kadronun aslinda bu harekette yer almasi gerekenbircok insan veya kurumu dislamasi gibi nedenlerle ne yazik ki, basarisizliga ugramaktadir. Bu özet deger lendirmemize kaynak olusturan iki önemli örnek olay vardir. Bunlardan ilk 1992’ de CEM’in öncülük ettigi"ALEVi KURULTAYI" girisimi ve digeri ise 1994’te PiR SULTAN ABDAL KÜLTÜR ve HACIBEKTAS KÜLTÜR derneklerinin öncülügünde bir grubun yürüttügü ALEVi-BEKTASi TEMSiLCiLER MECLiSi girisimidir. Önce "ALEVi KURULTAYI" girisimi ve sonrasinda yasanan gelismeleri özetleyelim: 1992’deki bu girisimin aslindacok kapsamli ve yeterli bir ön programi vardi. Ancak daha yasama gecirilmeden, Pir Sultan Abdal Kültür Dernegi’nin basi cektigi bir grup tarafindan benimsenmedi. Bunun üzerine bu girisimin sahibi CEM grubu, bu bölünmüslügün kurultaya yansimasinin söz konusu olabilecegini ve bu sekilde de Alevi hareketindebölünmüslügün tescil edilmis olacagini dile getirerek "ortam uygun degil, halkin bu sürece hazirlanmasi gerekiyor" diyerek kurultayi erteledi. 1992’deki bu girisimi olumlu karsilamamis olan dernek ve kisilerin öncülügünde bu kez 1994’te "ALEVi-BEKTASi TEMSiLCiLER MECLiSi" girisimi baslatildi. Yeterli katilimin cesitli nedenlerle saglanamadigi bu mecliste egemen belli gruplar olarak AABF, Pir Sultan ve Haci Bektas Kültür Dernekleri ve Semah Vakfi görülmektedir. Kimi toplantilarini gözlemci olarak izledigim bu girisim kisir tartismalar bütün vakif, dernek, dede, yazar gibi unsurlari icerme- mesi ve kimi kisi ve gruplarin dislanmasi nedeniyle sagliksiz bir sekilde dogmus oldu. Bu sagliksizlik nedeniyle olacak bugünlerde bu eksiklikler giderilmeye calisiliyor. Çesitli dernek ve vakif baskanlariyla yaptigim görüsmelerden, "Alevi-Bektasi Temsilciler Meclisi" seklinde yeni bir yapilanmanin olusturulacagini söyleyebiliriz. Sonuc olarak Alevi örgütlenmesi temsil, mesruiyet, dar kadro seklinde siralanabilecek gecis asamasisikintilarini yapisinda barindiriyor. Bu gecis asamasinin dogal bir sonucu olan bu bütünlesmeme probleminin yakin bir gelecekte cözülmesi de pek mümkün görünmüyor. Siyasal anlamda temsil ve mesruiyet sorunlarinin tek cözüm yolu, herkesi kapsayan, yürütme kadro- sunun liyakatli, tutarli vesaygin kisilerden olustugu saglikli bir yapilanmanin olusturulmasidir. Böyle bir yapilanmanin ülkemiz sivil toplum ortamina yeni bir dinamizm getireceginden kuskumuz yok. Yasanan bu yogun örgütlenme faaliyetlerine ragmen arastirma alanina ilgi duyulmadigi görülmektedir.Alevilik konusu hem Devlet ve üniversitelerce, hem de Alevilige hizmet iddiasinda bulunan dernek ve vakiflarca ne yazik ki ihmal edilegelmistir. Özellikle Türkiye’deki örgütlerin bu tutumlari oldukca üzücüdür.Gereksiz bircok alana kaynak aktaran bu örgütler konu arastirma olunca ilgilenmemektedirler. inaniyoruzki bu nedenle birgün tarih önünde hesap vermek zorunda kalacaklardir. Türkiye’deki Alevi örgütlerinde bu ko- nuda herhangi bir somut caba görülmezken, Avrupa’da iki yeni arastirma kurulusunun kuruldugunu görüyoruz. Bu oldukca memnuniyet verici bir gelis- medir. Alevi-Bektasi Kültür Enstitüsü ve Avrupa Alevi Akademisi adlarini tasiyan bu iki yeni arastirma kurulusunun akademik gereklere uymak ko- suluyla, Alevilik arastirmalari alanina yeni bir dinamizm getirecegini umuyoruz. Aleviler bugüne kadar sosyal demokrat ve sol siyasal partilere yönelmislerdir. Ancak kücük miktarda daolsa baska partilere oy verenler de bulunmaktadir. Her ne kadar bu zamana kadar destekledikleri siyasal partilerin, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne gönderdikleri milletvekillerinin kendilerine pek sahip cikmadigi ortadaysa da oylarin sol partilere gitmeyi sürdürecegini söyleyebiliriz. Bugün kentlesen Aleviligin bu yeni duruma özgü sorunlarla karsilastigi görül- mektedir. Köyden kentleregöclerin yogunlastigi 60’li yillardan bu yana yasan- makta olan bu sorunlari su sekilde özetleyebiliriz: Göc sonucunda kitleler kendilerini yeni bir toplumsal ve ekonomik yapilanmanin icerisinde bulmuslardir. Kirda varolan toplumsal kurumlarin yerlerini sehirlerde yeni kurumlar almislardir. Bu baglamda Dede-talip iliskileri de kopmus Alevilik konusunda o zamana kadar devam eden sözlü bilgi aktarimi sekteye ugramistir. Bunun bir sonucu olarak kitleler inanclari hakkinda büyük bir bilgisizlesme sürecine girmislerdir. Özellikle genc kusak bu konuda bir bosluk icerisinde bulunmaktadirlar. Özellikle 1990 sonrasinda yüzlerce saz ve semah kurslari acilmakla birlikte bunlar bilgilenme ihtiyacini gidermekten yoksundur. Aleviligin tarihsel, sosyal ve dinsel köklerinin halk kitlelerine dogru bir sekilde ulastirilmasi zorunludur.
Sivas ve Gazi Olaylari
Sivas Olayi daha dogrusu katliami (2 Temmuz 1993), Türkiye tarihine kara bir leke olarak gecenolaylardandir. Ayrica bu olay Türkiye’nin ne hale geldigini sergilemesi bakimindan da dikkat cekicidir Sivas Olayi daha dogrusu katliami (2 Temmuz 1993), Türkiye tarihine kara bir leke olarak gecen olaylardandir.Ayrica bu olay Türkiye’nin ne hale geldigini sergilemesi bakimindan da dikkat cekicidir. Olay Cumhuriyet Gazetesi’nde "Seriatcilar Ayaklandi" manseti altinda söyle yeraldi:" Olaylar Aziz Nesin’in Sivas Valiliginindesteginde yapilan Pir Sultan Abdal Senligi’ndeki konusmasina asiri dinci kesimlerin gösterdigi tepkiyle basladi. Kitaplarini imzalarken tartaklanan Nesin, cevresindekilerce kurtarildi. Pir Sultan ve Atatürk heykellerine saldiran göstericiler valilik, kültür merkezi ve senlige katilanlarin sigindigi Madimak otelini kusatti. Kentteki 400 polis yetersiz kaldi. Kentte 2 gün sokaga cikma yasagi ilan edildi’ Sayilari yaklasik 10 bine ulasan göstericiler, kentteki bircok bina ve araci tahrip etti. Valinin su sikarak kalabaligi dagitma istegineRP’li belediye baskani karsi cikti. Otel cevresindeki kusatmayi daraltan göstericiler önce oteli tasladi. Otel lobisine giren 50-60 gösterici etrafi atese verdi. Yazarlari linc etmek icin yukari cikmaya calisanlari polis güclükle engelledi. Olay yerine güclükle ulasan güvenlik gücleri havaya ates acarak kalabaligi dagitti’ Sivas’taki kanli olaylar kentteki yerel gerici basinin Pir Sultan Abdal Senlikleri’ne karsi tavir almasiyla basladi. " Sivas’ta devletin güvenlik güclerinin gözleri önünde gerceklestirilen 37 canin hunharca öldürülmesiylesonuclanan bu kanli olay aslinda ne Aziz Nesin, ne de Salman Rüsdi’nin "Seytan Ayetleri" kitabiyla ilgilidir. Bu olayi bu gibi yapay nedenlere baglayanlar, olayin gercek nedenlerini giz- lemeye calismaktadirlar. Sivas’ta yüzyillar önce deyislerinden baska silahi olmayan büyük Ozan Pir Sultan Abdal’i asanlar da, 37 masum canimizi katledenler de ayni gerici ortacag zihniyetininin temsilcileridir. Modern, laik bir Türkiye’yi istemeyen ve cumhuriyeti ortadan kaldirmayi amaclayan din ticaretiyle beslenen bu zihniyet,kendi düsüncelerinin disinda hicbir düsünceye yasama hakki tanimak istememektedirler. Gerici zihniyet bu olay sonrasinda birlik ve beraberlik edebiyatina yönelmistir. Oysa yüzyil- lardir yasanan olaylar ortayakoymustur ki, birlik ve beraberligi bozan da istemeyen de kendileridir. Tabiki olayin bas sorumlulari iktidari ellerinde tutanlardir. Ancak onlar kendilerini kurtarmak icin vali veemniyet müdürünü görevden alarak durumu kurtarmaya calisiyorlar. iktidarda bulunanlar olaylarda yurttaslarini koruyamadiklari icin siyaseten sorumludurlar. Ancak ne acidir ki demokrasi geleneginin hala sakat oldugu ülkemizde siyasi ahlak kavrami henüz gelis- memistir. Siyasal ahlak yoksunlugu bircok olayda ortaya cikmaktadir. Siya- seten sorumlu idarecilerimizin ve devletin halkin gözünde zedelenen güveni onarabilmelerinin bir tek yolu vardir. O da 37 masumun yasamini yitirdigi bu olayin suclularini bularak hakettiklericezalari vermek. Devlet halkinin huzurunu, güvenligini ve refahini saglamakla yükümlüdür. Sivas olayi gözönüne alindiginda devletin yükümlülüklerini yerine getirmedigi görülmektedir. 7 Eylül 1994 geceyarisi Karacaahmet Cemevi insaatinin Refah Partili istanbul Büyüksehir Belediyesi tarafindanyikilmasi olayi da 1980 sonrasina damgasini vuran olaylardandir. Bu olay bir anda ülke gündemini isgal etti. Daha önce Alevilerin hakli taleplerine kulaklarini tikayan ve milyonlarca Alevinin inanc ve kültürlerini yoksayan medya ve siyasiler ikiyüzlü bir sekilde Karacaahmet Dergahina akin ettiler. Halkin sahip cikmasi sonucunda Belediye geri adim atmak zorunda kaldi. Cemevi insaatina devam edildi ve bugün Alevilerin önemli merkezlerinden biri olarak faaliyet gösteriyor. Gazi Mahallesi’nde Mart 1995’te yasanan olaylarda Türkiye tarihinin utanc verici sayfalarindan biriniolusturmaktadir. Gazi Olaylari ülkemizin hem etnik, hem de mezhep alanlarinda cok hassas bir durumda oldugunu bir kez daha gösterdi. Olaylar 12 Mart gecesi Gazi mahallesinde kahvelerin taranmasi üzerine basladi. Bunun üzerine istanbul’un cesitli bölgelerinden akin akin Gazi mahallesine gelen kitleler olayiprotesto etmek istiyorlardi. Ancak bu olaylar sirasinda güvenlik güclerinin kontrolü kaybetmeleri sonucunda ve olaylarin Ümraniye Mustafa Kemal mahallesine de yayilmasi sonucunda 20’den fazla yurttasimiz yasamini yitirdi. Tüm bu olaylardan devletin daha önce bircok kez oldugu gibi son olaylarda da yetersiz kaldigi ve halknezdinde güven erozyonuna ugradigi görülmektedir. Devlet bu güvensizligi gidermek icin öncelikle bu olayin sorumlularini, yani 12 Mart gecesi kahveleri tarayanlari bulmak, yargilamak ve ezalandirmak zorundadir. Yine devlet Gazi Mahallesi ve Ümraniye’deki olaylarda kursunlarla öldürülen yurttaslarimizin kimlerce, sivil ya da polis öldürüldügünü de bir an önce bulmak ve adalete teslim etmekle yükümlüdür.Olaydan bu yana iki yil gecmesine ragmen bu konuda herhangi bir ilerleme saglanamamistir. Ayrica bu olaylar Türkiye’nin uluslararasi alandaki imajini da oldukca olumsuz yönde etkilemistir. Sözedilmesi gereken bir diger olay da "Kizilbas" adi üzerine yasanan tartisma- lardir. Bilindigi üzere tarihsel olarak Alevilerin bir diger adi da "kizilbas"tir. Osmanli iktidari ve bazi sünni gruplarca Kizilbas adina yönelik insanlikdisi propagandalar yürütülmüstür.Utanc vericidir ki bu durum zaman zaman gündeme gelebilmektedir. Bugün olmus Türkiye’de satilan kimi sözlüklerde kizilbas sözcügü kücümseyici anlamlarda kullanilmaktadir. Ancak sevindirici olarak kamuoyunun uyanik tavri ve aydin sünnilerin de katkisiyla bu cagdisi zihniyet gereken yaniti almaktadir.
Kerbela Kırımı ve İmam Hüseyin Üzerinde Değerlendirmeler
Sünni İslam dışında ve kendilerini Caferi diye adlandıran Şiiler ile Alevi-Bektaşiler İmam Hüseyin ve Kerbela şehitleri için yas ayı kabul ettikleri Muharrem ayında oniki gün oruç tutarlar. Her yıl Kurban bayramının ilk gününden itibarın, üçüncü haftanın son günü başlatılan İslamın bu kesimi için bu oruç, aynı zamanda bir ibadet olarak algılanmaktadır. İmam Hüseyin’in şehit edildiği gün olan orucun sonunda Şiiler, zincirlerle döverek, kesici aletlerle yaralayarak kendikendilerine işkence ederler. Bu şekilde ıztırap çekerek, İmam Hüseyin’in o korkunç ve dayanılmaz acılarına ortak olduklarına inanırlar. Alevilerde ise hiç su içmedikleri Muharrem orucu, onikinci gün aşure çorbasının pişirilip dağıtılmasıyla son bulur. O gece Cem yapılır ve Kerbela olayını anlatan, saz eşliğinde özel makamla okunan Mersiyeler (ağıtlar) söylenir ; şehitler için ağlar, gözyaşı dökerler ve Yezid’e lanet okurlar Cem’e katılmış olan canlar. Yine Alevi-Bektaşilerin Muharrem dışında da Görgü Cemleri, ‘Cem Birleme’ adını verdikleri törende, su ya da şerbet dağıtılırken, İmam Hüseyin ve Kerbela şehitlerini anan övgü ve sevgi nefesleri söylenerek (tevella), Yezit ve Muaviye’ye lanetler (teberra)okunarak sona erdirilir.
Aşağıdaki yazı, İslam tarihinde korkunç ve dengesiz bir siyasal olay olan Kerbela kırımı ve İmam Hasan ile Hüseyin üzerinde yapılan farklı yorum ve değerlendirmelere nesnel bakış açısından bir yaklaşımdır:
A) Hasan ve Muaviye Anlaşması Üzerine
Ali harici İbni Mülcem tarafından şehit edildiğinde (661) ikinci imam Hasan otuz yedi yaşında bulunuyordu. El müctaba ‘seçkin,seçilmiş’ sıfatını taşıyan Hasan’ın Muaviye’ye boyun eğmesi ve onu İslam halifesi olarak kabullenmesi iki türlü değerlendirilmektedir: Birinci değerlendirmede Hasan acımasızca eleştirilerek halifeliği savaşsız Muaviye’ye teslim ettiği için onunla alay edilmiş. Batılı ve tarafsız (!) görünen tarihçiler tarafından, kadınlara aşırı düşkün, öngörüsüz, iktidarsız, lüks ve rahat yaşam isteyen biri olarak betimlenmiştir. Hatta J. Wellhausen, “Hasan, hak ve hukukunu şerefsizce satmıştır”diyerek hakarete kadar vardırmıştır.( Julius Wellhausen, Çev. Fikret Işıltan, İslamiyetin İlk Devrinde Dini-Siyasi Muhalefet Partileri, Ankara-1989, s. 157) Avrupa merkezci idealist tarihçiler, İmam Hasan’ı alçaklık ve korkaklıkla suçlamış; Emevi ve Harici yandaşı, daha sonraları Abbasi dönemi Sünni tarihçi yazar ve şairlerin anlattıklarını temel almışlardır. Şii tarihçi ve yazarlar ise bu değerlendirmeyi asla kabul etmezler. Onlar, Küfeli Şiiler ve orada bulunan ordunun başındaki Ali’nin Medineli ve Mekkeli dostları tarafından seçilen Hasan’ın halifelikten çekilmesini, alçakça bir zayıflık ve korkaklık değil, tersine gerçekçi ve şefkat-merhamet dolu bir olay olarak gösteriyorlar. Yaklaşık 40 bin kişilik ordunun başında, babasının öcünü almak için Haricileri takibeden Hasan, Muaviye’nin başında bulunduğu Suriye ordusuyla karşılaştı. Kendisine haber gönderip müzakere isteyen Muaviye, öbür yandan Küfeliler arasına soktuğu gizli adamlarıyla yaydığı yalan haberler ve dağıttığı rüşvet Hasan’ın ordusunu parçaladı. Çeşitli kabilelerden oluşan birlikler uyuşmazlığa düştü ve Hasan’ı yüzüstü bıraktılar. Bir kısmı ona başkaldırdı, bir kısmı Muaviye ordusuna katıldı.Hatta Hasan’nın çadırını yağmalamaya giriştiler. Dolayısıyla Hasan yanında kalan bir avuç yandaşı ve yakınlarının kanı dökülmesin diye halifelikten vazgeçip Medine’ye çekildi. (Moojan Momen, An Introduction to Shi’i Islam, Yale University Press-1985, s.26-27)
Elbette ki Hasan, ne bir korkak ve alçak ve ne de onursuzca hukukunu satmıştır. Ancak İmam Hasan, Sıffin savaşında kaybetmek üzere olduğu anda durumu lehine çevirebilen kurnaz bir politikacı, hem silah hem de ekonomik zenginliği elinde bulunduran egemen sınıfların temsilcisi Muaviye tarafından anında tuzağa düşürülecek kadar zayıf ve deneyimsizdi. Ali, Muaviye ve Amr ibn ül As’ın hileleriyle, yendiği halde yenilmiş sayıldığı sözü edilen savaşın hemen arkasından, toparlanamadan Muaviye’nin üzerine gitmesi gerekirken, arkadan vurmamaları için kendisini terkeden Hariciler’e yüklenmiş ve onlarını büyük bir kısmını Nehrivan’da kılıçtan geçirmişti. Birkaç yıl bekledikten, yani Küfe’yi Halifelik merkezi olarak hazırladıktan sonra bunu yapması Muaviye’yi daha da güçlendirmiş, hatta bu arada aynı hilekar siyasetiyle Mısır eyaletini de ele geçirmişti.
Hasan’ın durum değerlendirmesi yapmadan, gücünü ve ordusunun sadakatini tam anlamadan, asıl düşmanını gözden kaçırarak, salt babasının öcünü almak için Haricilerin üzerine gitmesi doğru değildi belki. Çevresinin etkisiyle Hasan’ın bu aceleciliği, Muaviye’nin çok işine yaradı. Muaviye Küfe’deki Halifelik yönetim çevresindeki sınıfların tereddütlerini ve Hasan’ın asıl, bir toplumsal ihtilalle babasını halife yapmış olan aşağı sınıflardan halklarla, yani Sabailerle ilişkilerinin kopukluğunu gördü. Çıkar gruplarını rahatlıkla satın aldı. Müzakereler sırasında Hasan’a, kendi durumlarının tıpkı Ebubekir ile Ali arasındaki halifelik anlaşmazlığına benzediği haberini göndermişti. Ebubekiri tutan kabile şeflerinin çokluğu yanında, yönetime daha layık olsa bile Ali’nin zayıf oluşu, onu evine kapanmaya zorunlu kılmıştı. Hasan’ın böyle yapmak zorunda olduğunu açık açık söylüyordu. İşte Hasan, Muaviye’nin bu değerlendirmesinin doğruluğunu görerek, babası gibi evine ve inancına sığınmak zorunda kalmıştır. 17.yüzyılda yaşamış, 4. İmam Zeynelabidin’in oğlu Zeyd soyundan gelen Senirkentli Veli Baba, Menakıbname’sinde anlaşmayı dönemin türkçesiyle şöyle anlatmaktadır:
“Hz. Murtaza’nın şehadetinden sonra bivefa Küfi’lerin (vefasız Küfelilerin) teşvikiyle Şam üzerine ordu çekmiş ise de, Anbar nahiyesinde Şam askeri karşıladığından ve zati alisi bu yolda sefk-i dem (kan dökmek) istemediğinden Muaviye ile beş şart üzerine, Muaviye’nin teklifi vecihle hicretin kırkbirinci senesinde (M.661) hakk-ı hilafetini ana terketmiş. Ve ol şartlardan evvelkisi şart: Hz. Ali K.V.ye la’n ve şetim (lanet ve küfür) olunmaya. İkincisi: İmam Hüseyn Muaviye’ye tebaiyyet itmeye ve biat teklifinden muaf tutula. Üçüncüsü: Şam valisi Muaviye yerine kimseyi kaimmekam kılmayub (yerine kimseyi tayin etmeyip), andan sonra İmam Hasan Halife-i Resulullah ola. Hz. Ali taraflısı olan bazı rical (ileri gelenler) incitilmeye ve hapishanede ise koyverile. Beşincisi: Her sene İmam Hasan Basra’dan ikiyüz bin guruş ala ( Kuruş, gümüş dirhem karşılığı olabilir! İ.K.) Zira Şah-ı vilayet (Hz.Ali) şehid oldu. Yirmi iki evlad ve dört nisa’ye (kadına) sekizyüz guruşluk malı kaldı. Bu sebebten Evlad-ı Ali cümlesi fakıyr idiler. Lakin Muaviye beş şartın dördünü kabul ittim. Beşincisi La’nı Ali ve sebbi Ali (Ali’ye lanet ve küfür) olmamak kabil değildir. Meğer ki İmam Hasan kanğı camide bulunur ise, o camide sebb ve la’nı Ali olunmasın, başka olmak mümkün değildir, didi. Hah-ı nahah (ister istemez) tarafeynden kabul ittiler. Badehu (bunun üzerine) dairesi halkıyla (Hasan) Medine-i Münevvera’ye giderek kuşe-i inzivaya çekilmiş idi.” (Veli Baba Menekıbname’si, Haz. Doç.Dr. Bedri Noyan, İstanbul-1993, s.82)
Hasan’ın ne denli yalnız kalmış olduğu, bu koşulların ileri sürülmesi ve kabul edilmesinden anlaşılmaktadır. Sorumluluğunu yüklendiği ailesini açlığa tutsak kılmamak için, babasına cami mimberlerinden küfredilmesini bile sineye çekmiştir Hasan. Kuşkusuz sadece Hasan tarafından değil, ailecek kabul edilmiştir bu onur kırıcı koşullar. Çünkü Ali ailesinin başka kurtuluş yolu yoktu. Ancak Hasan aile içinde seçilmiş ikinci İmam olarak barışçıl (pasifist) siyasetini ölümüne kadar sürdürmek zorunda değildi. Eğer Hasan Muaviye ile savaşa girseydi, Kerbala olayıyla Hüseyin’in taşıdığı büyük tarihsel onur onun olurdu. Ama Alis oyu, ehlibeyt soyu tümüyle yokolurdu. Çok hırslı ve kindar bir düşman olan Sufyan oğlu Muaviye, Hasan ve yanındakileri öldürmekle kalmaz, Medine’ye ve Mekke de saldırır tüm Haşimi sülalesinin sonunu getirirdi. Ali Muaviye için, “sen ve baban istemiyerek ikiyüzlülükle İslam’a katıldınız. Peygamberin vefatıyla da eskiye döndünüz cehaletiniz bitimsiz”, dememiş miydi? Cehalet devrinin büyük kin ve düşmanlığı bitimsiz sürüp gidecektir.
Muaviye’nin, yapılan anlaşmada Hasan’a, halifelikten vazgeçmesi koşuluyla çok cömert davrandığı görülüyor. Hasan ve yandaşlarına genel af dahil, ailesinin Medine’de rahatça yaşaması için yüklü bir mali kaynak sağlamıştı. Bazı kayıtlara göre ise, daha ileride Muaviye’nin ölümü üzerine halifeliğin Hasan’a devredileceği koşulu bile vardı. Yapılacak olan bir savaşın kendisine daha pahalıya malolacağını bilen Muaviye bunlara seve seve razı görünecekti. Halifeliğe ilişkin madde anlaşmada gerçekten varolmalıydı ki, Hasan buna inanmış ve 8 yıl boyunca Medine’de, kendisine gelip Muaviye’ye başkaldırdığı takdirde, destekleyeceklerini söyleyen heyetlerin önerilerini reddetmiştir. Hiç kuşkusuz Hasan’ı ve kardeşi Hüseyin’i ayaklanmaya zorlayan, Ali’nin ölmediğini ve onun tanrısal özünün şimdi kendilerinde tecelli ettiğini inandıkları için bölük bölük onlara koşan Sabailerdi. Ayrıca Şii oldukları için Muaviye’nin valileri aracılığıyla Ali’ye küfrettirerek ağır baskı altında tuttuğu Küfe kaynıyordu.
M. Momen, “Muaviye İmparatorluk üzerinde öyle bir kuvvetli pençe geçirmişti ki, herhangibir başkaldırı başarısızlığa uğrardı. Üstelik Hasan söz vermiş ve bir anlaşma imzalamıştı.”diyerek, Hasan’ın ayaklanmamasına gerekçeler sıralıyor.(Agy.s.28) Bizce Hasan bir isyanı yönetmeye kendini yetkin göremediği için barışçıl siyaset izlemek zorunluğu hissetmişti. Zaten yapamazdı. Medine’de, anlaşma uyarınca Basra’dan gelen ekonomik yardımı kabul ettiği için bir çeşit gözaltı yaşıyordu. 661 ile 680 tarihleri arasındaki bu dönem, politikaya karışmamak koşuluyla verilen bu yardım, onlar için doğrusu bir zül idi. 19 yıl Ali ailesi bir ekonomik gözaltı olan bu ayıbı yaşadı. Hasan hep Muaviyen’nin de anlaşmaya uyacağına inanmak istiyordu. Elbette ki uymadı ve 669 yılında, henüz kırkaltı yaşında bulunan Hasan’ı öldürttü. Büyük olasılıkla Muaviye, Hasan’ın artık isyancılardan etkilenmeye başladığı ve harekete geçeceğinden kuşkulandığı için onu zehirleterek ortadan kaldırmıştı.
Hasan’dan sonra imam olarak Ali ailesinin başına getirilen Hüseyin’in on yıllık Medine yaşamı da farklı geçmedi. Hasan’ın öldürülmesi Ali ailesini iyice sindirmişti. Muaviye yaşadığı sürece onları bu anlaşmaya uymaya zorladı ve gözaltı sürdü. Oysa Küfe’de Hasan’nın ölümünden iki yıl sonra (671) Hucr İbn Adi al Kindi isyanı patlak vermişti.
Muaviye, camilerde minberden Ali’yi lanetlemeyi bir siyaset kurumu haline getirmişti.(1) Bu siyasete bilinen ilk tepki Hucr İbn Adi başkanlığında bir avuç Küfeli Şii’den geldi. Al Kindi kabilesine mensup Hucr İbn Adi, Sıffin savaşı dahil diğer birçok siyasi olaylarda Ali’nin yanında bulunmuş ve onun tarafından yetiştirilmişti. 671’de Muaviye yönetimine karşı başkaldırdı. J. Wellhausen, Ebu Mihnef ve Taberi’den kaynaklanarak olayı çok geniş biçimde ayrıntılamaktadır. (Agy.s.91-98) İsyan kolayca bastırıldı ve Hucr, altı arkadaşıyla birlikte Şam’a götürülerek Muaviye tarafından idam edildi. Bu yediler, Şiiler tarafından ilk şehitler olarak kutsanır ve saygı görürler. (M.Momen, agy.s.28)
B) Hüseyin ve Kerbela Olayı: Şiilik Ortodoks İslam Olarak Tarihte Yerini Alıyor
Bize göre bu Hucr ve arkadaşları yediler, ortodoks Şii değil, Sabai idiler. Çünkü canlarını uğrunda hiç çekinmeden verecek kadar Ali’yi taparcasına seviyor ve ona bağlıydılar. Kutsadıkları varlığın lanetlenmesine dayanamamış isyan etmişlerdi. Muaviye onlara, Ali’yi inkar ettikleri takdirde canlarının bağışlanacağını söylediği halde, sevgi ve bağlılıklarından asla ödün vermediler. Muaviye’nin yandaşı olan Ayşe’nin bile kızıp karşı tavır aldığı bu olaya Hüseyin ve Ali ailesinin davranışı yahut haberli olup olmadıkları hakkında bir bilgi yoktur. 70-80 sonra, Hucr’ün mensup olduğu Al Kinda kabilesinden Banu Kinda’nın güçlü partisi, Sabailiğin devamı ve daha gelişmiş kolu olan Mansurilerle birlikte halife Abdülmelik’e başkaldırmıştır.
Baştan Hucr’ün arkasından gitmekten çekinen kabile üyeleri, Sükun’lu Malik b. Hübeyre’nin hapse atılmış diğer bazı isyancıları parayla da olsa kurtarmasından sonra birlikte harekete katıldılar. Ziyad tarafından Şam’a götürülmüş olan Hucr ve arkadaşlarını kurtarmak için silaha sarılarak yürüyüşe geçtiler. Malik’in başında bulunduğu kuvvet Şam’a yaklaştığında, Hucr ve arkadaşlarının idam edildikleri haberi gelmişti. Onları serbest bırakması için Muaviye’ye ricacı göndermiş olan Malik b. Hübeyre çok öfkelenmiş saldırıya hazırlanıyordu. Siyaset kurnazı Muaviye onları silahla karşılayarak, isyanın büyüyüp genişlemesine meydan vermedi. Onları parayla karşıladı. Muaviye’nin 100 bin dirhem (gümüş) göndererek Malik’in öfkesini yatıştırdığı ve kendisinin haklılığına onu inandırdığını öğreniyoruz. Açıkça görüldüğü gibi Muaviye Sükun kabilesi başkanı Malik b. Hubeyre’yi 100 bin dirheme satın almış ve isyanı bastırmıştı. Bu olay, kabile aristokrasisinin inanç değil çıkarlar doğrultusunda hareket ettiklerinin en belirgin örneğidir. İşte Hüseyin’i Küfe’ye çağırıp, halife olarak başlarına geçirmek isteyenler de toplumun bu kesimiydi.
Muaviye 680 yılında öldü. Şii yazarlara göre, sözde ölüm döşeğinde acı bir vicdan azabıyla kıvranıp durmuş. Yaptıklarından dolayı ufak bir vicdan azabı duyan adam, ölmeden önce oğlu Yezid’i halef olarak atayıp zorba bir hanedan yaratmazdı. Medine valisi Velid b. Akab, İmam Hüseyin’i Yezid’e biat etmeğe zorlayınca Mekke’ye göçetmişti. M. Momen: “İslam yasalarıyla alay eden bir sarhoş olan Yezid’in halifelik makamına oturması namussuzca bir tecavüz, bir gasıptı. Küfe’de halk bir kere daha kaynaşmaya başladı. Artık Medine’ye Hüseyin’i Küfe’ye gelmeye ve kendilerine liderlik yapmaya zorlayan mektuplar ve haberler geliyordu”diye yazıyor.(Agy.s.28) Çağıran Küfe’nin nüfus çoğunluğunu oluşturan kozmopolit halkı mı? J. Wellhausen’in açıkladığı gibi, Küfeliler ondan yanlarına gelmesini ve başlarına geçerek Emevi egemenliğine karşı ayaklanmasını istediler. Hüseyin’e mektup yazanlar her kabileden nüfuz ve itibar sahibi kimselerdi. Ayrıca sayıca ve nüfuzca önde gelen Yemenliler de bulunmaktaydı. Kısacası kentin yerli zenginleriyle, Küfe’ye yerleşip varlık sahibi olmuş yabancı kabilelerin başlarıydı.
1) Hüseyin Müslim Akil’i Küfe’ye Gönderiyor
Hüseyin Küfe’den gelen çağrıları değerlendirmek istedi. Yezid’in valileri, hangi şehirde oturursa otursun ona boyun eğmeğe zorlayacaklardı. Onun için Küfe’ye gitmeye ve orada şansını denemeye karar verdi. Başka çıkar yolu da yoktu. Ondokuz yıldan beri Medine’de yaşadığı ekonomik gözaltı Ali ailesini giderek yozlaşmaya itmişti. Zaten Medine zevk, eğlence ve mizah merkezi halini almış; buradaki Haşimiler siyasetten ve savaşlardan uzak, Peygamberin kabilesinden olma ayrıcalığının zevkini çıkarıyorlardı. İmam Hüseyin bu yozlaşmayı ve kendi ailesinin prestijinin azaldığını görüyor üzülüyordu. Küfe’de istediklerini bulamazsa, büyük olasılıkla Yezdicerd’in kızı olan karısı Şehriban’ın ülkesi İran’a geçip, oraya yerleşmeyi düşünüyordu.
Hüseyin, Mekke’den hareket etmeden önce amcasının oğlu Müslim Akil’i gizlice Küfe’ye gönderdi ve ondan haber beklemeye başladı. Anlaştıkları üzere Müslim önce Sakif kabilesinden, beş yıl sonra Hüseyin ve Ali ailesinin öcünü almak için Kaysaniya adıyla büyük Sabai-Alevi hareketini başlatacak olan Muhtar b. Ubeyd’in evine indi. Bu gösteriyor ki, Hüseyin Küfeli ortodoks Şiilerden çok Ehlibeyti kutsallaştıran Sabai akımı yandaşlarına güveniyordu. Ancak Küfeli soylular Müslim Akil’i oradan alıp, Murad kabilesinin önde gelen zenginlerinden Hani b. Urve’nin evine yerleştirdiler. Çok dikkatli ve gizli propaganda toplantılarıyla, bir ay içinde yirmi bine yakın Küfeli Şii Hüseyin’e biad yeminiyle ihtilal ordusuna kayıt yaptırdı. Elbetteki bunları Şam’daki halife Yezid’in kulağına ulaştırmışlardı casusları. Yezid’in ilk işi, ılımlı ve harekete gözyuman Küfe valisi Numan b. Beşir’i görevden alıp, Basra valisi Ubeydullah b. Ziyad’i onun yerine geçirmek oldu.
Ubeydullah daha Basra’dayken Hüseyin’in hedefi hakkında geniş bilgi edinerek gelmişti Küfe’ye. Buna karşılık, “evinde yabancı saklayan ya da yabancı görüp de haber vermeyen çarmıha gerilecektir” tehdidi işe yaramamış, Müslim Akil’in saklandığı ev ihbar edilmemişti. Sonunda Makil adında bir azatlıyla 3000 dirhem vererek, onu Partiye bağışlamak kandırmacasıyla tanınmış bir Şiinin evine sokmayı başardı. Müslim’e ulaşan Makil, Hüseyin’e biad ederek onun güvenini kazanıp aralarına girdi. Böylece Hani B. Urve’nin evinde olup biten herşeyi günü gününe vali Ubeydullah bin Ziyad’a bildirdi.
Herşeyi öğrenen vali, Hani b. Urve’yi konağına çağırıp , Şii eşrafın önünde dövdü hakaret etti. Sonra idam edip Kasaplar pazarında meydana astırdı. Ne kendi kabilesi ve ne de diğer Şiiler onu kurtarma girişiminde bulunmadı. Ayrıca gelişigüzel birkaç kişi daha yakalanıp kendi kabilelerinin oturduğu mahallelerde astırıldı. Ertesi gün Müslim Akil yanında bulabildiği taraftarlarıyla pazar yerinde toplandı, sözde valiye başkaldıracak, vuruşacaklardı. Bunu duyan Ubeydullah yanlarına geldi. Kendisiyle birlikte sadece otuz silahlı muhafız vardı. Ayrıca parayla satın aldığı en itibarlı Küfe Şiileri eşrafından yirmi kişi de yanında bulunuyordu. Ubeydullah’ın yerine, bizzat bunlar isyancıları dağılmaları için uyardılar. Müslim Akil’i tek başına bırakıp dağıldılar. Sokaklarda sığınacak ev arayan Müslim’i, al Kinde kabilesinden dul bir yaşlı kadın içeri aldı. Ama kadının oğlu korkusundan kabile başkanına, o da valiye bildirince Müslim Akil yakalandı ve vali Ubeydullah tarafından idam edildi. Böylelikle Küfeli ortodoks Şiiler bir kere daha Ali ailesine ihanet ettiler. Bu kez, biraz Ubeydullah’ın kılıcının korkusundan, ama daha çok parasına tamah ederek ihaneti gerçekleştirdiler.
2) Hüseyin Bir Daha Dönmemek Üzere Mekke’yi Terkediyor
Kayıtlara göre İmam Hüseyin Küfe’ye gelmek üzere Mekke’den ayrıldığı gün (10 Eylül 680) Müslim Akil öldürülmüştü. Hüseyin’in Mekke’den ayrılmasına başından gittiği için, en çok sevinen vali İbn Zübeyr oldu. En yakın akrabalarından Abdullah b. Cafer’in oğulları kadınarı ve çoçuklarıyla birlikte, 54 yaşında bulunan Hüseyin’le yola çıktılar. Abbasoğullarından kimse katılmadı. Sadece elli silahlı vardı yanında. Gerisi kadın ve çocuklardan oluşuyordu. Hüseyin Tanim’de, Şam’a giden bir kervanı ele geçirdi. Çünkü develere ihtiyacı vardı. Bundan sonra Küfe yolunu tutarak Zat, Irk, Vadi Zürrumme’den geçerek Hacir, Zerud ve Salebiye üzerinden Zübale’ye ulaştı. Burada Hac ziyaretinden dönen birkaç Küfeli de ona katıldı. Hüseyin çağrı mektupları ve imzalı biat yeminleri yanında bulunduğu için, düşlerinde Küfe’de sadık Şiilerle (!) yükselteceği büyük isyan hareketini yaşıyordu.
Hüseyin Salebiye’de Müslim’in acıklı öyküsünü öğrendi. Küfeli Ebu Mihnef’ten kaynaklanan J. Welhausen “bu haber üzerine, eğer öldürülen Müslim’in, kendilerine intikam hakkı ve görevi düşen erkek kardeşleri razı olsalardı, Hüseyin seve seve geri dönecekti.”diyor.(Agy.s.104) Bizce Hüseyin, yukarıdaki açıkladığımız nedenlerden ötürü Medine’den de, Mekke’den de bir daha geri dönmemek üzere ayrılmıştı.
Küfe valisi Hüseyin’in yola çıktığını çoktan öğrenmiş ve onu Küfe’ye sokmadan ortadan kaldırmak yollarını arıyordu. Çünkü Şam’daki halife Yezid’in kesin emriydi bu. Veli Baba Menakıbnamesi’ nde “Muaviye ölürken oğlu Yezid’e vasiyet idip, ‘ben Ali ile Hasan’ın işini bitürdüm, cümle memaliki sana biat ittirdüm. İmam Hüseyin’in işini de sen bitür.’diye vasiyyet eyledi”demektedir. (Veli Baba, agy.s.81) Yezid de halifeliğini elinden kaçırmamak için, acımasızca bu vasiyeti yerine getirmiştir.
Ubeydulah b. Ziyad, önce Kadisiye’den Tamimli Hür b. Yezid’in kumandasında bin kişilik öncü birlik gönderdi. Ama asıl, başında Muhammed’in sahabelerinden Sad b. Ebu Vakkas’ın oğlu Ömer’in bulunduğu 4000 kişilik kuvvet, Kerbala yakınlarında bekliyordu. Bu kumandana Yezid, Rey valiliği sözü vermişti. Hüseyin’e boyun eğdirdiği takdirde hemen gönderecekti. Hür b. Yezid, Küfe valisi Ubeydullah’tan, Hüseyin’e dinlenme olanağı kullanması ve onun bir kalede veya su kenarında konaklamasına izin vermemesi buyruğunu almıştı. Kendisini hemen arkasından izleyen bu öncü birlik yüzünden ne Ninive ne de Gadıriye ve Şefiye’de konaklayabildi. Hüseyin’i bir dost görünüşü altında herhangibir saldırıda bulunmadan öylesine yakından izliyorlardı ki, arkasında namaza duruyor. Hatta Hüseyin’in susayan askerlere kendi sularından verdiği bile anlatılmaktadır.
Her fırsatta Ali ailesini ve yandaşlarını eleştiren, sıkça kusur bulan, onlara karşı düşmanca tavır koyan Julius Wellhausen, dönemin siyasi olaylarına her nedense Emevi hayranlığı içinde bakmaktadır. Burada da “Hüseyin, Hür’ün emrindeki birkaç atlıya saldırması için yapılan teklife uymadı; savaşı başlatan kişi olmak istemiyordu” (Agy.s.106) diyor. Koca bir birlik, bir silahlı müfrezeydi bu, birkaç atlı değildi ki! Hüseyin’in, Küfe’ye yaklaşmasını önlemek için, bin kişilik bir askeri müfrezenin genç kumandanı Tamimli Hür’e ( to al-Hurr at-Tamimi, the young commander of a military detachment numbering one thousand, to intercept Husayn’s party as it approached Kufa: M. Momen, agy.s.29), elli kişilik silahlı adamıyla saldırması bir kurtuluş mu olacaktı? Tersine kurduğu dostluk ve gösterdiği sevgi, Hür b. Yezid’in tek başına da olsa, daha sonra Hüseyin’in yanına geçmesini sağlamıştır. Onun uğruna şehit olmuştur.
3) İmam Hüseyin Kerbela Çölünde Ölümüne Direniyor
Hüseyin sonunda Fırat’a uzak olmayan susuz bir alanda, ‘kısır, çorak’ anlamına gelen Akr köyüne yakın bir yerde konaklamaya zorlandı. Ömer b. Sad, Hazar Denizi kıyılarında ayaklanmış Daylemlileri bastırmak için Küfelilerden oluşturduğu 4 bin kişilik ordusuyla, aldığı emir üzerine Hüseyin ve adamlarını kuşattı. Görüldüğü gibi Hüseyin’i çağırıp başlarına geçmesini isteyen, biat yemini imzalayan Küfe’nin saygın kişileri, şimdi Ömer b. Sad’ın kumandasında düşman olarak karşısında bulunuyorlardı. Ali ailesini sevdiklerini ve onların Şiası (yandaşı) olduklarını ileri sürenler, inançları uğrunda şavaşa girmemişler. Ama Ömer b. Sad’la Cihad’a, yani fetih savaşlarına katılmaktan çekinmemişlerdi. Çünkü bu savaşların ardında ganimet vardı, mal, para, toprak kazançları vardı. Öyle korkuyla yada zorlanarak filan katılmış değillerdi bu orduya...
Ömer b. Sad, Hüseyin’e buraya niçin geldiğini sordurduğu zaman, o da kendisinin yanında bulunan Küfelilerin davet mektuplarını çıkarıp göstermişti. Ama şimdi artık burada kalmasına bir gerekçe bulunmadığını, çekilip gitmesi için izin verilmesini istedi. Taberi’nin Duhni’den rivayetine göre Hüseyin, Medine’ye geri dönmek yada sınır boylarında kafirlere karşı savaşmak veyahut da Şam’a Yezid’in yanına gönderilmek istiyordu. Ama yine Taberi Tarihi’nde, Abu Mihnef’in ‘Hüseyin bunlardan hiçbirini istemediği, yerinden ayrılmak niyetinde olmadığı’ görüşüne de yer verilir. (J.Welhausen, agy. s.107) Bizce Ömer b. Sad ile istişareleri sırasında, Hüseyin gerçekten sınır boylarına gitmek isteği göstermiş olmalıdır. Çünkü buradan onun, İran’a geçmek ve oralarda güçlenerek ve herşeyi talan edilmiş, toprakları ellerinden alınarak kendi topraklarında köleleştirilmiş arap olmayan halkların başında bir ihtilal yapma niyeti sezilebilir. O topraklara gitmek için de Ömer b. Sad’ın ordusuna katılarak olmasa bile, koruması altında Irak’tan çıkması gerekiyordu. Ömer için böyle bir durumda, Küflelileri bu kez gerçekten Hüseyin’e kaptırılacağı korkusu sarmış olmalıdır. Hemen arkasından Ömer b. Sad, Ubeydullah’la görüşmüş. Ondan Hüseyin’in, Yezid’in halifeliğini kabul etmeyip, ona biat etmediği takdirde, bir yere bırakılmaması ve zor kullanması buyruğunu almıştı. Ayrıca, eğer bunu yapamayacaksa, ordunun kumandasını derhal, buyruğu getiren Kays kabilesinden Şimr b. Zi Cevşen’e devretmesini istiyordu Küfe valisi Ubeydullah. Belliki, babası Sad b. Vakkas İslam Peygamberinin sahabelerinden ve Ali’nin yakın dostlarından olması dolayısıyla Ömer’e fazla güvenmiyordu. Ömer b.Sad, başındaki orduyu yönlendirip Hüseyin’in tarafına geçseydi, tarihin seyri değişebilirdi. Hemen Küfeyi alıp, Hüseyin adına yükselteceği büyük bir Şii isyanıyla iktidara yürüyebilirdi.
Ömer b. Sad, Rey valiliğinin elinden gideceği telaşı içerisinde, aynı günün gecesi boyunca saldırı hazırlıkları yaptı. Fırat tarafından sarılarak, suyun önünü kestiler. Hüseyin Yezid’e biat etmeyeceğini kesin bir dille söylemişti. Daha sonra kampında bulunan yakınlarına, Yezid’in istediğinin kendisi olduğunu, isteyen herkesin gidebileceğini içtenlikle açıklamasına rağmen, kimse onu terketmedi. Tek başına da kalsa şehit oluncaya kadar savaşacaktı. Düşmanlar çadırlarının önündeydi, karşılıklı konuşmalar yapılıyordu. Hüseyin’le birlikte ailesinden 18 ve yandaşlarından 54 kişi olmak üzere savaşabilecek 72 kişi vardı. Gerisi kadınlar ve çocuklardan oluşuyordu. Kampın suyu ve yiyeceği tükenmişti.
Ertesi gün, 10 Muharrem Çarşamba günü (10 Ekim 680) şafakla birlikte saldırı başladı. Bu karşılıklı iki gücün vuruşması değil, bir imha savaşıydı, bir soyun kırımıydı. Bir yanda 5 bine yakın Şam halifesi Yezid’in ordusu, öbür yanda 72 savaşçı. Tarihin o ana kadar eşi görülmemiş dengesizlikte ve kural tanımayan bir çarpışmasıydı. Ortaçağ savaşlarında mertlik ve yiğitlik başkuraldı. Ama Kerbela’da tam anlamıyla kahpelik, döneklik, satılmışlık ve acımasızlık yaşanmış. Din, ahlak ve insanlık kurallarını tamamıyla dışına çıkılmış. Kişisel hırslar, bencillik ve çıkarlar önde tutulmuştur. Hüseyin’in akrabaları ve sadık adamlarının hepsi de yiğitçe dövüşerek düştüler. Bazıları omuzlarına kırbaları, tulumları takıp Fırat’tan su almak için Ömer b.Sad’ın saflarını yararak, bazıları tek başına 15-20 kişiyle birden çarpışarak şehit oldular. Bu çoğu Küfeli Şii askerleri öylesine mal ganimet ve para hırsıyla donatmışlardı ki, bir an önce bu bir avuç Kerbala mazlumunu ezip, Desteba’da Daylemliler üzerine cihad için yola çıkma acelesi içinndeydiler. İslam dinini yayma adına kutsal cihadı düşünenler, İslam Peygamberinin torununu katletmenin inanç ve ahlaki sorumluluğunu akıllarından bile geçirmediler. Askerlerden kumandanlara ve valisine kadar hepsinin vicdanları körelmiş, insanlıklarını unutmuş, çıkar ve makamlarının tutsağı olmuşlardı. İçlerinde insanlığını anımsayan tek kişi Tamim kabilesinden Hür b. Yezid oldu. Yezid ordusunun öncü müfrezesi genç kumandanı Hür tek başına Hüseyin’in tarafına geçti ve yiğitçe vuruşarak şehit oldu.(2)
Hüseyin’in üvey kardeşlerinden Abbas su kırbası omuzunda, yalın kılıç safları yararak ırmağa ulaşan tek savaşçı olmuştu. Çadırdaki kadın ve çocukların “suuu, su!”diye inlemeleri, son kalan savaşçı erkek olarak onu öylesini etkileyip güçlendirmişti ki, yardığı saflardaki yüzlerce kişi engel olamamış suya ulaşmıştı. Kırbayı doldurup attı omuzuna ve yine daldı safların arasına. Vuruşmaktan gücü kesilmek üzereydi. Korkularından yanına yaklaşamayan Yezid askerlerinden birkaçı gücünün kesildiğinin farkına vararak, arkadan önden saldırıp, iki kolunu birden omuzlarından budadılar. Kırbayı dişleriyle tutarak çadıra yetiştirmeye çabalıyordu. Üzerine oklar yağmaya başladı. Kırbayı delip suyu toprağa akıttılar ve Abbas’ın vücudunu delik deşik ettiler.
Buna rağmen sağ kalan tek yetişkin erkek olan Hüseyin, çadırda inleyen birbuçuk yaşındaki oğlunu alıp kollarıyla havaya kaldırarak ona olsun acımalarını, bir damla su vermelerini istedi. Bazı kayıtlara göre, Hüseyin çocuğunu havaya kaldırırken, Sad İbn Vakkas’ın oğlu Ömer onu gördü. Yanında duran keskin nişancılarından Harmele’ye “Harmele, Hüseyin’e bir cevap ver!” demesiyle, zalim okçu Hüseyin’in herkesin görmesi için elinde yükselttiği masumun boğazına nişan alıp bir ok gönderdi. Çocuğunu, babasının elinde şehit etti. (M. Tevfik Oytan, Bektaşiliğin İçyüzü Cilt 1, İstanbul-1960, s.246) Askerler giderek çemberi daraltmaya ve kadınların ve çocukların bulunduğu çadıra doğru yaklaşmaya başlamışlardı. Hüseyin kılıç ve kalkanının alıp son gücüyle saldırdı. Birçoğunu tepeledikten sonra aldığı 33 kılıç yarası ve 34 darbeyle onu yere yıktılar. Kimsenin kafasını kesmeğe cesaret edemediğini gören Şimr, hemen kılıcını çekip Hüseyinin kafasını gövdesinden ayırdı. Askerler gerek Hüseyin’in başsız bedenini ve gerekse çadırdaki karısı, kızı ve yakınlarının karısı çocuklarını soyup yağmaladılar, çırılçıplak bıraktılar. Hüseyin’in kesik başını alan Şimr, hasta olduğundan savaşa katılamıyan Hüseyin oğlu Ali (Zeynelabidin) ve kadınlarla çocukları çıplak develere bindirip kafile halinde Şam’da haber bekleyen Yezid’e götürdü. Aynı Şimr’in 656’daki Sıffin savaşında Ali’nin şiası (yandaşı) olarak Muaviye’ye karşı çarpıştığı bilinmektedir. (J.Welhausen, agy. s.114, dipnt.40)
4)Kerbala Olayı Üzerine Şii Görüşünün Eleştirisi
Hüseyin, Irak’a yaklaşırken Küfe’de isyanın çökertildiği üzerine bir dolu uyarı almıştı. Doğrusu Şii tarihçileri, yolculuk sırasında konaklama yerlerinden birinde ( Salebiye’de) Küfe’den korkunç haberi aldıktan sonra Hüseyin’in yanındaki yoldaşlarını toplayıp, kendilerini ölüm ve felaketin beklediğini, onlara anlatmış olduğunu kaydetmektedir. Hüseyin, bu noktada Medine’ye geri döner ya da kendisine yapılmış olan Tayy kabilesinin dağlık bölgedeki kalelerine sığınması önerisini kabul edebilirdi. Bu hareket yollarını reddettiği gibi, Küfe’ye ve bir felakete doğru gitmekte ısrarlı olduğu için kendisini hemen terketmelerini bildirmişti.
M. Momen, bu konularda düşüncelerini belirttikten sonra, aynı sayfalarda Kerbala olayı ve Hüseyin’in büyük direnci, kendini kurban edişi üzerinde çağdaş Şii tarihçilerinden S.H. M. Jafri’nin yorumundan, bazı ayrıntılar geçmektedir. Jafri özetle şunları söylüyor :
“Açıktır ki Hüseyin, karşılaşacağı tehlikelerin tamamıyla farkındaydı. Kafasında İslam toplumunun bilincinde bir devrime neden olmayı planlamış ve bir stratejiye sahip bulunuyordu. Ayrıca açık olan bir şey daha vardı; Hüseyin Hicaz’da kolay yapabileceği bir askeri desteği örgütleme ve harekete geçirmeye çalışmadı ve ne de mevcut herhangibir fiziksel gücü kendi çıkarı için kullanmayı denedi…Öyleyse Hüseyin’in kafasında ne vardı? Neden hala Küfe yönünde gidiyordu? Batılı İslam tarihçiliği, bütün dikkati Kerbala olayının hemen göze çarpan dışsal görünüşü üzerinde toplamış ve Hüseyin’in kafasındaki çatışmayı (ihtilafı) tartışarak içsel tarihi çözümlemeye asla uğraşmadığını göstermek doğrusu cansıkıcıdır.... Oysa bir bütün olarak Kerbala olaylarını dikkatli bir araştırma ve analiz, Hüseyin’in başlangıçtan beri, Müslümanların dinsel bilinç ve anlayışlarında tam bir devrim, bir ihtilal yaratmayı planladığı gerçeğini açığa çıkarır. Hüseyin’in davranış ve eylemlerinin hepsi gösteriyor ki o, askeri güç ve kudret aracılığıyla kazanılan bir zaferin daima geçici olduğu gerçeğinin farkındaydı. Çünkü daha güçlü bir iktidar zaman içinde onu çökertebilir. Fakat acı çekme ve kurban vermeyle kazanılmış yengi ebedidir ve insan bilinci üzerinde silinmez izler bırakır…”
Gerçekte Jafri’nin düşündüğü gibi, Hüseyin’in Mekke ve Medine halkından askeri bir örgütlemesini sağlayacak somut koşullar yoktu. Yezid’in valilerinin ağır baskıları ve mensup olduğu Haşimi kabilesinin de siyasetten uzak durmaları için verilen paralarla ekonomik rahatlığa kavuşmuş olmaları bu duruma engeldi. Ayrıca Hüseyin’in aristokrat tavrı da, bu kentlerdeki köleler ve yabancı (mevali) azatlılarla, yani emeğiyle geçinen aşağı sınıflarla ilişki kurmasına engel oluyordu. Ya da yönetimin baskısından kuramamıştı. Daha sonraki yıllar üvey kardeşi Muhammed Hanefi bunu başaracaktı.) Oysa Ali’nin ve Ehlibeytin gerçek destekleyicileri ve kendi ailesini kutsallaştıran, bu uğurda canlarını vermekten çekinmeyecek olan toplumun bu kesimleriydi. Hepsi de amansız koğuşturmalar yüzünden yeraltına inmiş Sabayi örgütlenmelerine bağlıydılar. Daha sonraki yıllar üvey kardeşi Muhammed Hanefi bunu başaracaktı. Hüseyin ise siyasetini, Hicaz dışındaki kabile başkanlarını kutsal aile ayrıcalığıyla kendisine çekmeye bağlamıştı. Bir de, daha önce sözünü ettiğimiz İran ve İslam İmparatorluğunun sınır boylarına ulaşmak olabilirdi…
Jafri yorumunu tam bir idealist diyalektik içinde sürdürmektedir:
“Eylem ve karşı eylem (action and reaction) arasındaki mücadele ve çatışmanın doğal gelişimi şimdi gündemdeydi. Yani, Muhammed’in ilerici İslamcı eylemi (progressive İslamic action), İslamöncesi putperstlik pratiğinin düşünme yöntemleri içerisinde Arap tutuculuğunu bastırdı. Fakat otuz yıldan daha az bir zaman içinde bu Arap tutuculuğu, Muhammed’in aksiyonunu bir kere daha değiştirmek ve bozmak için, güçlü bir reaksiyon (karşı eylem) başlamıştı. Yezid’in karakterinde tam iktidar oldu. İslam şimdi, Hüseyin’in düşüncesinde, eski Arap reaksiyonuna karşı Muhammed’in aksiyonunu (eylemini) yeniden etkin kılmanın korkunç gereksinimi içindeydi ve bunun için tam anlamıyla bir sarsıntıya muhtaçtı…Hüseyin’in, İslama ilişkin ilkelere karşı açıkça reaksiyon gösteren Yezid’i kabul etmesi, Muaviye ile Hasan’ın durumunda olduğu gibi sadece politik bir düzenleme anlamına gelmeyecekti, aynı zamanda Yezid’in karakteri ve yaşam yolunu onaylamak olacaktı…Hüseyin, sadece silahlı gücün İslam eylemi ve bilincini kurtaramıyacağını anladı. Ona göre büyük bir sarsıntıya, kalbleri ve duyguları sarsmaya gereksinim vardı. Bunun, sadece acıçekme ve kendini kurban verme sayesinde başarılacağına karar verdi. Bunu anlamak, özellikle Sokrates ve Joan of Arc (Jean d’Arc) gibi idealleri için ölümü kucaklayanların kahramanca eylemleri ve fedakarlıklarını iyi değerlendirenler için anlamak zor olmayacaktır. Bunların hepsinin üstünde, insanlığın kurtuluşu için İsa’nın kendini feda etmesi örneği vardır…” (M.Momen, agy.s. 31-32)
Elbetteki onuru, düşünce ve inançları ve büyük idealler için canını vermiş kişilerden insanlık çok şey öğrenmiş. Onlar çağlar boyu kendilerinden sonra gelenler için, erdem, yiğitlik, korkusuzluk ve haksızlığa direnme örnekleri oluşturmuşlardır. Hüseyin de bu örneklerden biridir. Hüseyin’in büyüklüğü, Yezid’in haksızlığı ve zalimliğine boyun eğmemek için, bir avuç yandaşıyla 4-5 bin kişilik silahlı çıkarcı güce Kerbala çölünde ölümüne direnmesiydi. Jafri’nin yazdığı gibi, Hüseyin ailesini yanına almış, çeşitli uyarılara rağmen ‘kalplerde ve duygularda büyük sarsıntı yaratmak ve İslam İmparatorluğunu sarsmak için’ Mekke’den kefene dolanıp çıkmamıştı. Ölüme değil, kurtuluşa ve -doğrudur- “Muhammed’in aksiyonunu” yeniden yükseltmek için, onun gibi mücadele vermeye gidiyordu.
Üstelik Jafri’de inanç duyguları iyiden ağır basmış olmalı ki, sonraki satırlarda Hüseyin’in, babasının kuzenlerinden İbn Abbas’ın, ailesi ve çocuklarını götürmemesi uyarılarını tutmayışını şöyle açıklıyor : “Karşı güçlerin vahşi doğasının genişlemekte olduğunun farkına varan Hüseyin, kendisini öldürdükten sonra Umeydoğulları’nın (Emevi yönetiminin) kadınları ve çocuklarını esir alıp, Kufe’den (Neredeyse Akr köyüne yakın Kerbala’dan, demesi kalmış. İ.K) Damascus’a (Şam’a) götüreceğini biliyordu. Esir edilmiş Muhammed’in ailesini götüren ( işte) bu kervan Hüseyin’in mesajını halka götürecek, reklamını yapacak ve Müslümanların kalblerini bu trajedi üzerinde düşündürmeye zorlayacaktı (…would publicise Husayn’s message and would force the Muslims’ hearts to ponder on the tragedy. Agy.s.32)”
Tarihsel sonuçları bilen çağdaş Şii yazar, Hüseyin’in de kendi başına gelecekleri aynısıyla bilerek Mekke’den ayrıldığını gerçekmiş gibi anlatması onu yüceltmiyor. Tersine küçük düşürüyor. Başlarda anlattığı bazı nedenlere dayandırıp bir sonuca vardıran diyalektiği de ortadan kaldırıyor. Hüseyin’in kendi alınyazısını bildiği ve buna engel olunanacak her türlü yardım ve kurtuluş önerilerini reddettiğine inanan Şiiler (ve aşırı gelenekçi Alevilerin) anlayışıdır bu. Onlara göre, Muhammed torunu Hasan’ın ağzından, Hüseyin’in ise boynundan öper ve ağlarmış. Sorulduğunda İslam Peygamberi, Hasan’ı ağzından zehir içirerek, Hüseyn’i boynunu keserek şehit edeceklerini söylermiş. Dahası Kerbala’da melekler ve cinler ordularına çekip Hüseyin’e yardıma gelmişler, ama o kabul etmemiş. Örneğin yukarıda sözünü ettiğimiz Hatayi’nin Kerbela şiirinde şu dizeleri görebiliyoruz:
İmdadına geldi cafer-i cinni
Başında var idi yüzbin ecinni
Emreyle Hüseyin koymayak cannı
Ne yaman kastetti kafir murani
Emredin adem donuna girelim
Görünerek karşısına duralım
Anlar bize biz anlara vuralım
Yolunda dökelim bir damla kanı
5) İmam Hüseyin Zalimlerin Zulmüne Karşı Ölümüne Direnmenin Simgesidir, Ağlama ve Dövünme Duvarı Değildir
Hüseyin’in İsa’ya benzetilerek, dünya insanlığının kurtuluşu için kendisini ve ailesini kurban etti yargısı da fazlaca idealist yaklaşımdır. Elbette ki İsa Peygamber de insanlığı kurtarmak amacıyla çarmıhta ölüme gitmemiştir. Ancak her ikisi de hak bildiği, doğruluğuna inandığı yaşam biçimini oluşturan inancını sürüdürememektense, ölmeyi yeğledikleri gerçektir. İsa’nın direnci, çarmıhtaki dayanılmaz büyük ızdırabıdır. Hüseyin ise en yakınlarının, gözleri önünde tek tek hunharca şehit edilmelerinin verdiği büyük manevi acıyla birlikte, son nefesine kadar vuruşarak da direnmiştir.
Onun Kerbala’ya kadar yolcuğunu uzatması ailesini ve kendisini ölüme değil, tersine kurtuluş umudunu yakalaması içindi. Bu umut Hicaz ve Irak topraklarından uzaklaşmaya bağlıydı. Hüseyin’in bu yolla kurtuluşu, Emevi yönetimi altında ezilen, her türlü maddi ve manevi baskıyla sömürülen halkların da zamana yayılı (belirli bir zaman içinde) kurtuluşu olabilirdi. Yoksa Hüseyin, Tamimli Hür b. Yezid’in başında bulunduğu öncü kuvvetlere saldırsaydı yine aynı felaket yaşanacaktı. Küfeli askeri birliğin başındaki Ömer b.Sad’la, dolayısıyla Küfe valisi Ubeydullah ve Emevi Halifesi Yezid b. Muaviye ile görüşmelerin tam sekiz gün sürmesi, kurtuluş için Hüseyin’in bir çeşit gönüllü sürgünde ısrarından olmalıdır. Ancak yönetim onun gizli niyetlerin kuşkulandığından, Kerbala’dan uzaklaşmasına izin vermemiş ve ‘Yezid’e biatı’ dayatmıştır. Oysa Hüseyin, hangi görünümde gerekçeler gösterilirse gösterilsin, bunun nasıl bir gurursuz ve aşağılanmış bir tutsak yaşam olduğunu biliyordu. Kardeşi Hasan’nın, halifeliğini kabul ederek Muaviye ile yaptığı anlaşmayla yaşadığı 19 yıllık Medine esaretine, kesinlikle bir daha geri dönemezdi. Manevi ölümü değil, direnerek ölümü, nesnel yokoluşu tercih etti. İnsanın, toplum yararına yarattığı düşünce, inanç ve haklı dava uğruna ölümü, onun manevi olarak sonsuza kadar yaşamasını getirmiştir. Hüseyin de, zalimlerin zulmüne ve haksızlığa karşı ölümüne direncin simgesi olarak hep yaşamış, bayraklaşmıştır. Onun yaşaması, Şiilerin her Muharrem ayında ‘Kerbala Tragediası’ olarak sundukları karalara bürünüp, zincirler ve kesici aletlerle vücutlarına acı verme törenleriyle olmamıştır; o ağlama-sızlama ve dövünmeyle simgelenen cansız duvar değildir. O mücadele, sabır ve direnişte hep yeniden can bulmuştur. Hüseyin’in 14 yüzyıldır yaşaması; öcünü almak adına ilk isyan ateşini yakarak, onun direnişi ve haksızlığa başkaldırısını kendilerine bayrak yapan, 684’lerde Sabai-Kaysani’lerle başlayıp, 15 ve 16. yüzyıllardaki Kızılbaş direnişlerine kadar süren yüzden fazla ihtilalci Alevi siyasetleriyle gerçekleşmiştir.
Emevi yönetimleriyle işbirliği yaptıkları kadar, Abbasi yönetimine büyük vezirler ve valiler vermiş Ortodoks Şiiliğin, Şiilerin Ali evladına, Ehlibeyte sevgisi ve bağlılığı hiçbir zaman Alevilerinki kadar olmamıştır. Çağlar boyu sürdürdükleri, Muharrem ayında Kerbela Şehitlerine ağlama, yas tutma ve dövünmeler, (Küfeli) Şiilerin Hüseyin’e ihanetleri ve Yezid ordusuna katılıp onlara silah çekme günahlarını bağışlatmak içindir. Deyim yerindeyse, tövbe etme ve Hüseyin’den af dileme törenleridir. Bu törenler, Küfeli ihanetçi Şiilerin Hüseyin’in şehit etmelerinden sonra kurdukları Tavvabin (Tövbeciler, tövbe edenler) geleneğinin sürdürülmesidir.
Çünkü İmam Hüseyin’in şehit edilmesinden kısa bir süre sonra, ihanetlerinin korkunç sonuçları karşısında Küfelilerin vicdanları rahatsız olmuştu. Tanrının yaptıkları bu ihaneti bağışlaması için, “Tavvabin” örgütünü kurarak, Hüseyin’in öcünü almaya ve kendilerini bu uğurda feda etmeye andiçtiler. Yaşları altmışın altında olmayan kişilerden oluşan bu örgüt 100 kişiyle kurulmuştu. Hepsi tam anlamıyla örgütün üyesi olmamakla birlikte, söylentiye göre 16 000 kişi savaşmak üzere yola çıkma sözü vermişler. Medain ve Basra kentleriyle de ilişki kurmuşlardı. Yezid’in valisi İbn Ziyad’a karşı savaşmak üzere toplanma gününde ancak 4000 kişi biraraya geldi. Ama, 4 Ocak 685’te ansızın bir saldırıyla kuşatılıp darmadağın edildiler. Yiğitçe çarpışan Tövbeciler’in çok büyük bir kısmı öldürüldü. (J.Wellhausen, agy.s.116-119) Bu kişileri harekete geçirmiş olan sadece suçluluk duygusuydu. Bu çabayı Kerbela’da Hüseyin’in tarafına geçerek sürdürselerdi, tarihin seyri değişebilirdi. Artık yapıp yapacakları tek şey gözyaşı dökmekti. Sağ kalmış olanlar büyük yas içinde karşılıklı ağlaşıp dağıldılar. Bu uğurda ölenler ise ihanet suçluluğunun bedelini ödemiş oldular.
Gerçekte Kerbela kırımıyla, İslam dininin ortadan kaldıramadığı, Mekkeli Kureyş oymağına bağlı Umeyd (Emevi) ve Haşimi kabilesi rekabeti, Emeviler lehine dönmüş ve onlar kazanmıştı. Yezid, babası Muaviyen’in Ali ve Hasan’ı ortadan kaldırarak başlattığı, Muhammed’e yenilen dedesi Ebu Sufyan’ının öcünü almayı hunharca tamamlamıştır. Hüseyin’in Kerbela’da zulme karşı soylu direnişi, Ortodoks İslam yönetimlerinin baskıcılığı karşısında, Heterodoks İslamın (Aleviliğin) çeşitli adlarla “din ve inanç örtüsü altında” öncülük yaptığı halk hareketlerinin, toplumsal başkaldırıların asıl başlangıcı olmuştur.
1) Emevilerin bu siyasetlerini fethettikleri, yayıldıkları ülkelerin en küçük birimlerine kadar götürdüklerini, 10.yy. Arap gezgini İbn Fadlan’dan öğreniyoruz: “Kharizm ülkesinde Ardakuva adında bir köy var. Burada oturanlara Kardaliya denilmektedir. Dilleri tıpkı kurbağa viyaklamasına benzemekte. Her namazın sonunda inananların emiri Ali bin Abi Talib’e lanet etmektedirler.” (İbn Fadlan, Fransızca Çeviri: Marius Canard, Voyage Chez Les Bulgares de la Volga (Volga Bulgarları Arasında Gezi) Paris-1983, s.14)
2) Alevi Görgü Cemleri sonunda, Hüseyin’i ve Kerbala şehitlerini anlatan nefesler (Mersiye) okunup ‘onların aşkına’ su içilerek Yezid’de lanet (teberra) ve Hüseyin’e rahmet ve sevgi (tevella) gösterisinde bulunulur. Cem Birleme adı verilen bu törenlerde Kerbala olayı anlatılır. Tamimli Hür b.Yezid, isim benzerliğinden dolayı genellikle Emevi halifesi Yezid’in oğlu olarak bilinir. Babasına karşı çıkmış, onu lanetlemiş ve Hüseyin’e geçmiş bir oğul olarak adı Kerbela şehitleri arasında saygıyla anılır. Acaba büyük Alevi ozanı ve Kızılbaş Safevi Devletinin kurucusu Şah İsmail Hatayi de bu yanlışı bilerek mi yapmıştır? O da, 46 dörtlük içinde anlattığı Kerbala olayında 15-16 dörtlükte Hür’ü öyle tanımlamaktadır. Olasıdır ki o bu yanlışı kasıtlı yapmıştır. Yezid diye nitelendirilen Osmanlı Padişahının, yani Kızılbaş düşmanının oğlu da babasına lanet edebilir bilincini yayacak bir propaganda sezilebilir özünde:
Ol Yezid’in bir evladı var idi
Gayetden pehlivan ismi Hır idi
Her ma’nada imamları görürdü
Kimseler de irşat etmezdi anı
Babası oğlana gayet kakıdı
Oğlan babasına lanet okudu
Oğlanın ervahı ezelden pak idi
Hidayet erişti buldu imanı
Sığındı Sübhana oğlan bindi ata
Çok ok uçurdular ermedi hata
Kerbela çölünde erişti zata
Öptü secd’eyledi tuttu demanı
Eğildi destini bir bus eyledi
Atasının ettiğini söyledi
İsmi Hır idi değişti Hür oldu
Gayetten sevdiler ol pehlivanı
İsmail Kaygusuz, Londra
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)